Gençler O günleri Pek Bilmez!
Tüplü monitörlü bilgisayarlar bizim için ulaşılması güç bir teknolojiydi…
Gençler O günleri Pek
Bilmez!
İyi okumalar..
Ben “Z Kuşağı” yerine
genç kuşak yakıştırmasını yapmaktan yanayım… Genç kuşak’tan kastım da 18-35 yaş
arası olan bireyler ve bireylerin toplumsallaşmaya
başladığı dönemlerdir.
Genç kuşağın hatırlamadığı veya hatırlar gibi olup da
kafasını kuma gömdüğü, benim yaşımda olanların, toplumsallaşmaya başladığı meşhur
90’lı yıllar ve 2000’li yılların başında. bireysel ve toplumsal yaşantımızın
nasıl değiştiğini yaşantımızdan somut örnekler vererek anlatım mı? Anlatalım
anlatalım..
Üniversite yıllarımız 90‘lı yılların başıydı. O yıllarımızda
hayatın gerçekliği yüzümüze vurmaya başlamıştı.
Okula başladığımızda ilk zorlandığımız konu üniversite harçlarını ödemek ya da
ödeyememekti. Sağdan soldan bulduğumuz harçlarla her dönem ödediğimiz
üniversite harçlarına karşın aldığımız 45
Tl’lik Katkı Kredisi bizim için birkaç defa eve alınacak beyaz et ,üstümüze alınacak bir
kot ve tişört demekti.
Cep telefonları henüz
yaygın değildi. Okulun ikinci yılında yani 96’da, tek tük birilerinde,
kalçanın üst kısmına takılan kılıfın içinde, dev antenli ericsson 688 model
telefonlar (bizim tabirimizle “Takoz”) gösterişin bir numaralı aktörüydü.
Kalça üstü takılan bu telefonu takanları “adamda para var”
şeklinde tanımlardık; ki gerçekten de o dönemde bu telefonları kullananların
arabaları da vardı. Hem arabası (araba derken Ferrari değil tabi, Şahin veya
Doğan) hem takozu olanlar, kızların vazgeçilmez kahramanı oluyordu.
Bizim içinse okula gidiş sınırlı sayıda otübüs,eğer
bulabilirsen boş bir dolmuş,fakat genelde ayaklarla oluyordu.
Yürüyüş esnasında çok nadir ve içinde iki ya da üç tüplü monitörlü bilgisayarı bulunan
internet kafelerinin önünden geçtiğimizde biraz duraksayıp ne işe
yaradıklarını düşündüğümüz birkaç dakikalık duruştan sonra yola devam eder,
yürürken de bu bilgisayarların nasıl alındığını,fiyatını ve nasıl
kullanıldığını düşünür ve tartışırdık.
O yıl, bir ev arkadaşımız tüplü bir monitör getirmiş ve masanın
üstüne koymuştu. Onun ekranına bakışımız ve önündeki klavyeye rast gele
basışımız bizi bi hayli mutlu ediyordu.
Açmayı denememiştik;çünkü kasası yoktu..
Yıl 1997’yi gösterdiğinde kafelerdeki tüplü monitörlü bilgisayarların
sayısı ikiden dörde çıkmıştı. Ancak bilgisayarın nasıl açıldığını dahi bilmeyen
( Gençliğin yüzde 85’i böyleydi) bizler, kafeye girip rezil olmayı göze
alamıyorduk.
Bizim hayatımız bu şekilde sürerken, ailemiz hastane
kuyruklarıyla uğraşırdı. Şafak vakti
hastane yollarına düşenler sıraya girer,sırasını kaptıranlar sabahın
öfkesiyle kavga ederdi.Çok çocuklu aileler şanslıydı.Onlar her bir çocuğunu,
farklı ilaç kuyruklarına sokar, böylelikle muayene olan ebeveyn, gelir ilacını
alırdı.
Muayene odalarına genelde birkaç kişi dalarlardı.Doktorlar,
bu nedenle hastalarla çok sık biçimde kavgaya tutuşurdu.
Her çıkan hasta, doktorun özel muyahanesine yönlendirilmiş
olarak çıkardı. Ülke, bugün ki diş doktorlarının tabelalarının 10 katı kadar
yoğunlukta özel muayehane tabelalarıyla süslenmişti.
Bir doktorun neden gelmediği veya geç geldiği sorulduğunda “muayehanesinden çıkmadı daha” cevabını açıkça
alır otururlardı yerlerine…Şafak vakti sıcacık yataktan kalkıp hastane yoluna
düşmek ve orda büyüklerin arasında sıraya girmek sıradandı bizler için.
Tabi 80’li yıllar daha vahimdi… Daha nasıl vahim olacak?
Diye sorar gibisiniz!… Ekmek ve yağ kuyrukları, bakkaldan taneyle zeytin ve
yanına yarım ekmek almak gibi…Ancak 80’li yılların getirdiği zorlukları o
dönemin siyasi konjonktürü belirlemişti; en azından böyle okuyorduk..
İlk cep telefonunu kemerimize takışımız 99’da olmuştu.
Telefonlarımızın büyük anteninin kırılmamasına özen gösteriyor, gelen her mesaj
bildirim sesinde heyecanlanıyorduk.
Tabi bu anlattıklarıma bakarak “siz geri kalmışsınız” diye
bilirsiniz. Hayır! Ben düşük ve orta gelirli aileleri temsilen anlatıyorum.
Hoş, üst gelir gurubundakiler parayı en fazla neye
harcayabilirlerdi ki? Akıllı telefonlara mı, İ5 işlemci Laptoplara mı,
Bilgisayar donanımlı arabalara mı ? E bunlar yoktu ki..
Okulumuzun son yıllarında (99-2000) ülkede garip şeyler
olmaya başlamıştı. Faili meçhullerin konuşulduğu,
yazar kasaların atıldığı, birilerinin zenginleşirken büyük çoğunluğun dibe
battığı gibi..Bunların yanında başörtüye olan saldırıların haddi hesabı yoktu.
O yıllarda başörtülü kardeşlerimize destek için nice
yürüyüşlere katılmıştık, solcusuyla sağcısıyla.
Yılın her günü haber
kanallarında, okullara “namaz baskını”nın
yapıldığı haberleri yayınlanır, sakallılarla yan yana gelen siyasetçiler linç
edilir, rütbeli askerlerin bu siyasetçilere salladığı parmaklar manşetlere
taşınırdı.
O yılların siyasi ortamı özetle bu şekildeydi.
Yaşantımıza dönecek olursak;
Okulu bitirdiğimizde öğretmenliğe başlayacaktık. Rahmetli
Ecevit önümüze ilk kez duyduğumuz bu günkü adı KPSS olan DMS’yi getirmişti. Şanslıydık.
Çünkü ilk kez yapılan sınavla öğretmen olma ihitimalilimiz yüksekti. Öyle de
oldu.
Doğuya atandığımızda, üniversite yıllarında duyduğumuz ve
duyarak ahkâm kestiğimiz o zaman “Kürt Sorunu” şimdi” PKK Sorunu” olarak
bilinen sorunla yüzleşmiştik.
Hoş, 2000’de çok fazla saldırı yoktu ama bu terörün bittiği
anlamına gelmiyordu. Çünkü terör örgütü eylemsizlik kararı almıştı, ancak adam
devşirmeye son sürat devam etmekteydi.
Her yıl yapılan mutat toplantılarımızda, yörenin yerlisinden
olan amirlerimizin her zaman tekrar ettiği bir uyarı, aslında terörün
bitmemesinin sebeplerinden sadece biriydi; “sakın ha köy okullarında çocuklarla
kürtçe konuşmayın,konuştıurmayın,başımızı ağrıtmayın!” dahası “ müfettiş
geldiğinde Türkçe bilmeyenleri uzaklaştırın!” Evet evet yanlış okumadınız! Her
yılın ve her dönemin başlangıcında bu uyarı özenle bizlere iletilirdi.
Bizzat yaşadığım ise, müfettişin geldiği köy okulumda henüz
Türkçeyi sökemeyen 3 öğreniyi çeşitli bahaneler evlerine göndermem olmuştu.
Bu, o yörenin toplumsal sorunuydu..
Bireysel yaşantımıza dönecek olursak;
Köy okullarına ulaşmak çok zordu. Yo yoktu çünkü.Köylerde
sadece muhtarda olan kablolu telefonlar bizim için yardım istemenin önemli
merkeziydi.
Okullarımızda bilgisayar olmadığından, günlük ve yıllık ders
planlarını elle yazar, sonra bu kocaman ciltli defterleri ilçede imzalatır
ardından derslere başlardık.
Yıl 2001’i gösterdiğinde ülke ekonomik bir çöküntüye
gitmişti. Bu çöküntünün etkisini maaş almak için kuyruğa girdiğimiz Mutemed’in kapısının
önünde hissetmeye başlamıştık ilk kez. Maaşları Mutemed’in elle sayıp, küsuratları
çekmecedeki bozuk para gözünden tamamlayıp içine koyduğu zarfla alır ve
aldığımıza dair imza atardık. Maaşımız 420 TL kadardı.
İlçelerde bulunan tek tük bankamatiklerin ne işe yaradığını
sorgular dururduk. Tabi bu kısmı doğu ilçeleri için geçerliydi.
Esasında diğer illerdeki durum, nüfus yoğunluğunu göz önünde
bulundurursanız, pek farklı değildi diye
düşünüyorum.
Bir sağlık sorunumuz olduğunda önce Müdür Yardımcısı’nın
kapısını çalar, buradan aldığımız sevki, Müdür’e imzalatır ve ardından en yakın
sağlık ocağına giderdik. Sağlık ocağı, gerekirse bizi hastaneye yönlendirir;hastaneye
gitmek ise bize çok ağır gelirdi.
Yıl 2002’iyi gösterdiğinde, millet “ Avrupa’da bunlar,
şunlar var, bizde ise zamlar var” sözlerini tekrarlamaktan bıkmış olmalı ki
seçimlerde tercihlerini değiştirmiş ve AK Parti’yi iktidara getirmişti.
Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle hayret verici bir hızla,
hayatımıza bilgisayar, akıllı telefonlar girmeye başlamıştı. İktidarının henüz
4.yılında hayatımıza dokunan bu denli hızlı değişim bizleri şaşırtmıştı
açıkçası. Düşünsenize bir dağ köyünün okuluna en az 2 bilgisayar, üstelik tüplü
monitörlü olanından değil, bizzat Lcd ekranlı bilgisayarlar gönderilmişti.
Sigara yasağının kalkarak otobüslerde rahat yolculuk yapma olanağından
tutun da işlemlerimizde teknolojiyi kullanmaya kadar olan tüm değişim iktidarın
4.yılında hissedilmeye ve yaşanmaya başlanmıştı.
Velhasıl;
Belki de Anlattığım ilkelliğin 10 katı kadar olan
yaşanmışlıklar sizlerde de vardır…Kalın sağlıcakla..
Fevzi K.DOGAN.
Yorumlar
Yorum Gönder