Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı Temeli Üstünde İnşa Edildi..
Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı Temeli Üstünde İnşa Edildi..
-Bölüm 1-
İyi Okumalar
Türkiye Cumhuriyetinin Osmanlının bir devamı olup olmadığı
bir dönem hararetle tartışılmıştır. Günümüzde bu meselenin halledildiği sanılmasın.
Her ne kadar tartışmaların harareti azaldıysa da gençlerimizin ekseriyeti bilinçaltında
bir redd-i mirası içselleştirmiş durumdalar.
Gençlerimizin, tarihine olan ilgisizliği
esasında sadece Osmanlı hanedan dönemini kapsamıyor. Maalesef ki,
imparatorluktan önceki dönemin Türk tarihinden de bihaberdirler.
Bu ilgisizliğin sebeplerinden
en önemlisi, zaman zaman Osmanlı ve hatta Selçuklu mirasını sahiplenmemeye yönelik retorik
söylemler olmuştur. İlginç olan bu redd-i miras söylemleri Osmanlı’nın son
dönemleriyle alakalı olmasıdır.
Esasında bu söylem Osmanlı’nın dünyaya hükmettiği dönemler için pek kullanılmaz.
Bir Kanuni’den bahsedildiğinde, her ne kadar dönemi ile
ilgili malumatı olmasa da kişinin,batının da büyüklüğünü kabul etmesinden ötürü
olsa gerek bir sahiplenme duygusu içine girer. Bu da ister istemez kişiyi o toplumsal
kimliğin bir ferdi yapar ve aidiyet hissi -kabul etmese de-bu noktada açığa
çıkar.
Toplumsal kimliğin
oluşmasında tarih önemli yer tutar. Çünkü oluşan kimlik kısa bir dönemin sonucu
değil yüzlerce, belki de binlerce yıllık bir ortak yaşamın, ortak lisanın ve
ortak duyguların bir sonucudur. Bu “ortaklık” toplumu oluşturan fertlerin topyekun
birlikte hareket ederek bir yurt inşa etmelerinde, siyasi,sosyal ve ekonomik
mücadelelerle sürekliliklerini sağlamalarında etkili olmuştur.
Bir milletin oluşumu kısa süreli birliktelikle olacak bir olay değildir.Millet dediğimiz olgu,yüzlerce yıllık bir toplumsal
etkileşimin ürünüdür. Ait olduğunuz milletin geçmişini yani tarihini ideolojik
yahut dini yahut milliyetçi duygularla sınırlamaya kalkmak milleti inşa eden
temel taşları yerinden oynatmaktır ki o da birkaç nesil sonra ait olduğu
milletten ötürü kompleks duyan ve aşağılık
duygusuna kapılan bireyleri beraberinde getirir.
Tarihin inşasında üst üste konan tuğlaların en çürüğü de
en kırılmazı da milletçe hep beraber yerleştirilmişse ki öyle olmuştur; bu tuğlalardan istediğimizi
aradan çekme yahut sadece ideolojimize hitap edeni yerinden oynatma lüksüne
sahip değiliz.
Ya, binanın ata yadigârı olduğunu kabul edip binayı
restore edecek ve gelecek kuşaklar için kullanılabilir bir duruma getireceksiniz,
yahut topyekun reddedip yıkacak, birikimsiz olan gelecek kuşakların yeni bir
bina inşa etmeleri için onları kültür
ve medeniyet avcıları ile baş başa bırakacaksınız. Ama aradan şu
tuğlayı çekmek bu tuğlayı sahiplenmek gibi bir seçiminiz yok.
Peki Osmanlı gibi
tarihte benzeri görülmemiş bir nev'i şahsına münhasır olan imparatorluğu sahiplenmekten kaçma duygusu
neden oluştu?
Bu sorunun cevabını yukarıdaki paragrafta
retorik söylemler olarak vermiş olsam da bu retoriğin teorisi
cumhuriyetin ilanından kısa bir süre sonrasına kadar gerilerde oluşmaya
başlamıştı.
Yeni
ulusa yeni tarih arayışı ile
hareket eden ve bir türlü Atatürk’ün arzuladığı bilimsel tarih yazımını
gerçekleştiremeyen,dönemin siyasetçi tarihçileri ,yeni tarih “oluşturma”
fikrine kendilerini o denli kaptırmışlardı ki Türklüğün bozulmuş biçimi olarak
gösterdikleri Osmanlı İmparatorluğunun bir vatandaşı olduklarını
unutup, direkt Orta Asya’nın Aral gölünden ışınlandıklarını düşünür olmuşlardı.
Zira yeni tarih
oluştururken -ki tarihi nasıl oluşturacaklarsa- ne Osmanlı ne de İslami dönemi
görmezler veya görmezlikten gelirler, hatta o dönemleri aşağılar açıklamalarda
bulunurlar. Ancak bu açıklamalarını ve yazdıklarını hiçbir bilimsel dayanağa
oturtamazlar.
O nedenledir ki
Atatürk,önüne konulan hiçbir çalışmayı, bilimsel dayanaklardan yoksun
gerekçesiyle beğenmez.Ancak yeni tarih yapıcıları(!) muhtemelen Atatürk’ü
anlamamış yahut yanlış anlamış olacaklar ki, bir dalkavukluk düsturunca hareket etmeye devam ettiler.
Huntington’un, “din
ve medeniyet kimliği, en geniş, en derin ve en güçlü kimliktir” tespitinin
geçerliliğini iyi bilen Atatürk, böylesi anti bilimsel çalışmaların daha
sonraki kuşaklarda oluşturacağı boşluğu ön görmüş müdür bilemem ama böylesi bir
çalışmanın kuşakları ideolojik çatışmalara yönlendirdiği net biçimde
görülmektedir.(Halil İNALÇIK-Osmanlı Ve
Avrupa. S.137)
Yüz-iki yüz yıllık
tarihe sahip milletler, kendilerine görkemli ve şaşalı tarih oluşturma çabası
içinde iken bizim erken cumhuriyet dönemi tarihçilerimiz, var olan 1000
yıllık tarihi tahrip etme çabasına girmişlerdi. Öyle ki inkılapların yılmaz
savunucularından Moiz Kohen,diğer adıyla Tekin Alp eserlerinde Atatürk’ten
bahsederken Osmanlı yahut İslami çağrışımlara sahip “Mustafa” adını
kullanmaktan çekinmiş ve ısrarla Kemal Atatürk demiştir.
1883’te Yunanistan
Serez’de doğan Tekin Alp’in “Türk
milleti ,İslamiyet’i kabul ettiğinden beri ,yavaş yavaş kendi kültürünü
kaybetmiştir..”(Alp,Tekin; Kemalizm
s.31) tespiti
kendisinin doğduğu yer ve yaşam tarzı dikkate alındığında kendince bir tespit
yapmış olması onun doğru tespit yaptığını göstermez. Konumuz olmaması hasebiyle
İslamiyet ve Türkler konusu üzerinde durmayıp bir cümle ile genel bir
değerlendirmeyle yetineyim;
İslamiyet,Türklerin
, Göktanrı inanışı döneminden beri
sürdürdükleri geleneklerini ,göreneklerini ve örflerini terk etmelerine
neden olan bir yasaklar manzumesi olmadı.Aksine sözü edilen unsurların günümüze
kadar sürdürülebilirliğini sağladı. Türk tarihi üzerinde ufak bir araştırma
yapıldığında, Göktanrı inanışını terk edip İslamiyet dışı dinleri kabul eden
Türk topluluklarının öz benliklerini nasıl yitirdikleri görülecektir. Örnek
olarak Orta Asya’dan Orta Avrupa’ya göç eden Hun Türkleri,yahut göç etmediği
halde Maniheizm’i kabul eden Uygur Türkleri, veyahut Yahudiliği benimseyen
Hazar Türkleri ve daha niceleri gösterilebilir.
Bunların öz benliklerini kaybettikleri
düşünüldüğünde, Tekin Alp gibilerinin söylemlerinin aksine İslamiyet’in
Türkleri kendi benliklerinde sıkılaştırdığını
rahatça söyleyebiliriz.
İhtimal odur ki bu
zat ve gibileri, Osmanlıyı bir devlet olmaktan ziyade İslamiyet’in devletleşmiş
şekli olarak gördüklerinden, Osmanlıyı çağrıştıracak her türlü –Mustafa adı dahi- söylem, mimik ve hareketlerden ürkmüşler,
kaçınmışlar ve maalesef ki dönemlerinde yeni tarih oluşumu üzeride de etkili olmuşlardır.
Yeni millet
oluşturduğunu iddia edenlerin oluşturdukları yeni millete(!) yeni tarih oluşturma çabası onları çıkmaza
sürüklediği kesin; zira ömürleri boyunca çabalarından net bir sonuç
alamamışlar...Çünkü inşa etmeye çalıştıkları binanın altı yüz yıllık temelini yok saymışlar ve yeni bir
temel atamaya çalışmışlar ancak o da bir türlü tutmamış.
Zannımca Osmanlı
mirasını reddedenlerin bilinçaltında yatan , tamamıyla Tekin Alp’te olduğu gibi İslam’ı değişimin önünde bir engel olarak
görme duygusudur. Bakınız Cumhuriyet’in erken döneminin siyasetçi tarihçilerine, söylemlerinde devamlı surette İslam’ı
eleştiren cümleler vardır. Kimi açıktan açığa bunu dillendirirken; örneğin Tevfik
Rüştü’nün 1923’te “dinimiz Teşkilat_ı Esasiye’ye apaçık yazılmalıdır” sözlerine
Türk devriminin teorisyenlerinden ve dönemin Milli Eğitim bakanı olan Mahmut
Esat Bozkurt’un “İslam Terakkiye manidir. Bu dinle yürünmez,mahvoluruz ve bize
kimse de ehemmiyet vermez” (Yakın Tarih
Muzaffer Taşyürek-s169) şeklindeki cevabı…Bir başka örnek ise;Kemalettin
Kamu’dan. Ne diyordu bu büyük şair?(!)
Ne örümcek, ne yosun
Ne mucize, ne füsun
Kâbe ‘Arab’ın olsun
Bize Çankaya yeter
Dizeleri..Kimi de Osmanlıyı
Türklüğün utanç evresidir demek suretiyle gizli bir İslam karşıtlığı
gütmüşlerdir maalesef.
Maalesef ki Osmanlı
mirasını reddedenler Cumhuriyetin kuruluş döneminde temelsiz bir tarih anlayışı
inşa eden güruh tarafından Aytmatov’un o ünlü
tanımlamasıyla ‘mankurtlaştırılmış’lardır.
Üzülerek
belirteyim ki bu güruh Nobel
ödüllü Sırp romancı İvo Andriç’in ‘Dirina Köprüsü’ romanında gösterdiği duyarlılığı
dahi gösterememişler. Zaten bu kadarcık bir duyarlılığı beklemek bile İvo Andriç’e haksızlık olur diye düşünüyorum.
Aslında çalışmamızdaki amacımız tarihle barışmak olduğundan, an itibarı
ile kimin nasıl düşündüğünü hangi parametrelerle hareket ettiğini sorgulamak ve
yadırgamak temel gayemiz değil asla. Ama bu redd-i miras anlayışının nasıl
yerleştiğini kimin payının olduğunu zaman zaman açıklamak zorundayız ki düşüncelerimizi,
varsa ön yargılarımızı gözden geçirelim.
Bakınız burada dahi geçmişi bilmeden geleceğimize,
düşüncelerimize, yön veremiyor varsa hatalarımızı gözden geçiremiyoruz. O halde
derslerimizde kurduğumuz klasik cümleyi tekrarlayalım; ”Tarihini bilmeyen geleceğine yön veremez.”
Yeri geldiğinde elbette somut bazı örneklerle yeni ve eksik tarih
yazımında payı olanlara isim isim değinmek zorundayız. Ama şimdi biz biraz asıl
konumuz olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’nın bir devamı olup olmadığı
konusu üzerinde yoğunlaşalım.
Cumhuriyet ile birlikte yeni bir
tarihi sürece girdiğimiz elbette ki inkâr edilemez. Fakat bu yeni,sıfır
kilometre bir tarih değildir.Dikkat edilirse yeni bir tarih başladı demedim,
yeni bir tarihi sürece girdik dedim. Buradan anlayacağımız, Cumhuriyet’in hemen
öncesindeki altı yüz küsür yıllık tarihin
yeni bir serüvenidir. Biz bu tarihi görmezlikten gelirsek o zaman Türk
halkının da tarihini yok saymış oluruz.Sadece Türk haklının mı ? Hayır. “ Sınırlarımız
dışında kalan Türk etnik guruplarının da tarihi”ni yok sayarız.
Ananelerimizin nerdeyse tamamı doksan beş yılda mı oluştu? Hayır. Böyle bir
şey mümkün değil tabiî ki. Örneğin vatan toprağının kutsiyeti Türklerin benliğine
95 yıl öncesinde mi yerleşti? Tabi ki hayır. Tarihe merakı olan bilir ki, bunun
başlangıcı Meta Han’a kadar uzanır.(Meşhur,Tunghular’ın toprak isteme meselesi)
Peki
Türk ulusçuluğu, vatanperverliği …? Tabi ki 95 yıl öncesinde Türk ruhuna
yerleşmeye başlamadı. Buradan sakın ola ki
Cumhuriyet’e yönelik eleştiri anlamı çıkarmayın.
Bu noktada başka bir mesaj üzerinde
yoğunlaşıyorum. Cumhuriyetin kuruluşuna giden süreç içinde verilen mücadelenin yüksek manevi
gücünün bir anda oluşmadığını dile getirmeye çalışıyorum.
Geçmişe
ısrarla mesafeli durmanın toplum hayatına bir katkısı oldu mu şimdiye kadar
bilemem ama İlber Ortaylı’nın dediği gibi “Hiç bir toplumun , pasta dilimler
gibi zamanı bir yerden bıçakla kesme lüksü yoktur.” İlber Hoca bunu
söylerken Fransa tarihinin büyük
düşünürlerinden , Alexis de Tocgueville’nin
“Eski Rejim Ve Devrim” eserinden örnek verir. Tocgueville ‘nin “Fransız
İhtilalinin yeni bir şey getirmediğini eskinin bir devamı olduğunu” ifade
ettiğini belirtir.( Tarihimiz ve
Biz- İlber Ortaylı-S151)
Oysa Fıransız İhtilalinin , bırakın sadece Fransa’yı , tüm dünyayı
yeniden şekillendirdiğini, bu nedenle çağ açıp
çağ kapatan bir olay olduğunu biliriz. Ama gelin görün ki, Fransa için
yeni bir şey getirmemekle beraber ,sonraki
kuşaklar İhtilal öncesi tarihlerinden ve de ananelerinden asla uzaklaşmamışlar.
Yine “Napoleon’un yaptığı
reformlara bakın, XVI. Louis devirlerindeki reformların uzantısı” olmaktan
öteye gidememiştir” Tarihimiz ve
Biz- İlber Ortaylı-S152. Çok
uğraşmış olsa da ,yeni bir ürün elde etmek için,köklerini yüzyıllar öncesinde
arama ihtiyacını duymuştur. Çünkü “Hiçbir unsur tek başına dünyayı ve toplumu
yeniden oluşturamaz. Toplum devamlı üreyen, ölen nesilden nesile birtakım
şeyleri miras bırakan büyük bir organizmadır.” (Tarihimiz ve Biz- İlber Ortaylı-S152)
Türkiye Cumhuriyeti de Osmanlı İmparatorluğu’nun bıraktığı çok kıymetli
bir mirastır. İleriki sayfalarda
değineceğimiz üzere Türk tarihi içinde Osmanlı, devlet ve toplum tarihi
açısından zirveyi oluşturur. İşte
Türkiye Cumhuriyeti de bu zirvenin eriyen karlarından akan suyunda yeşeren taze
ama kökleri sağlam genç bir fidandır.
Biz ne kadar redd-i miras söylemlerinde
bulunursak bulunalım, gerçek er ya da geç bu şekilde kendini
göstermektedir. Üstelik bu gerçek sadece
kendi dünyamızda karşımıza çıkmıyor. Dünyanın başka başka uluslarında, o
ulusların tarihlerinde ve uluslararası sorunlarımızda bir Osmanlı gerçeği ile
hep karşılaşıyoruz ve karşılaşacağız.
Örneğin Osmanlı borçları meselesinde Türkiye
Cumhuriyeti o borçları neden inkar etmedi? Öyle ya! Madem ki yeni bir devlet kuruldu,
inkâr edebilirdi. Kurucu kadro da şunu
çok iyi biliyordu ki ; kurulan yeni bir devlet değil sınırları
küçülmüş,işgalden kurtarılmış ve vahşi hayvanların pençelerinden alınmış ve
yeniden şekil verilmiş Osmanlı’nın devamı olan bir devlettir. Yani kurulan yeni
bir şey yok, değişen yeni bir rejim var ortada.
Aslında tarih okumuyoruz. Okuduklarımızı ise
ideolojimizin açlığını giderdiği sürece bizim için yeterli görüyoruz. Dünya
görüşümüze aykırı bir bilgiyi, rahatlıkla görmezden geliyor ya da yerini
dolduramadığımız bir reddetme yoluna
gidiyoruz. Bu bilgi belgelerle kanıtlanıyor olsa dahi..
Bu reddediş tek
yönlü olmuyor tabiî ki. Söz gelimi bir Osmanlı sevdalısı, okuyacağı kitabı seçerken,
kitabın, sevdalısı olduğu padişahların yahut devlet adamlarının hatalarına
değinmemiş olmasına dikkat ediyor. Topyekun bir yüceltme duygusu içinde kitap
seçimi yapmaya zorluyor bir nevi kendini.
Diğer taraftan 623
yıllık tarihi atlayan, dahası bu zaman dilimini öğrenmeyi kendine zül sayanlar
da kitap seçimlerinde “Osmanlı” adının geçmemesine dikkat ediyor. Maalesef ki
bizdeki ideolojik kutuplaşma tarih biliminde de kendini net biçimde gösteriyor.
Oysa
bizler hariç Osmanlı’nın elinin değdiği, havasını soluduğu her millet
onlardan olmayanı yani Osmanlı’yı
öğrenmek için can atıyor. Örneğin XVII.
asırda 14 yaşında iki Fransız çocuk, hayatta Türkiye’ye gelmemelerine rağmen
Türkçe öğreniyorlar Tarihimiz ve
Biz- İlber Ortaylı-S17 XIV.Louis döneminde bir bilim adamının Çin
metinlerini incelerken içinden Türklerle ilgili kısımlarını özenle ayırıp Tarihimiz ve Biz- İlber Ortaylı-S17 bu medeniyeti merak ediyor.
Hegel’in Osmanlı tarihini yazanın
olmamasından dert yandığını, aynı şekilde Engels’in kendi diplomatlarının Osmanlı ile ilgili
bilgi eksikliğinden dem vurduğunu İlber Ortaylı Hoca yazıyor kitabında.
Yani hülasa bizim tarihimizi bizden daha çok
merak eden var. Bizden daha çok tanımak isteyen var. Ve bizden daha çok
geçmişte bu büyük devletle nasıl bir
diplomatik ilişkiler kurduğunu, bu büyük devlete karşı nasıl bir diplomasi
kültürünü sahada yürüttüklerini inceleyen var.
Bu eksikliğimiz sanmayın ki sadece Cumhuriyet
dönemi kuşaklarında var. Osmanlı döneminde de benzer eksiklikleri görüyoruz.
Hatta münevverlerinde dahi bu eksikliği görüyoruz. Örneğin Hoca Saadettin çok
önemli bir münevver fakat eserlerinde milli tarihimizi başlangıcı olarak Osmanlı’yı
görüyoruz . Yani Türk tarihinin Osmanlı tarihi olarak algılandığını göreceksiniz
ki bu da oldukça yanlış.
Eskiden okul kitaplarımız Milli tarihimizi
Hicri 699 daki Osmanlı’nın bağımsızlığı ile başlatırdı.(Türk Tarihinde
Meseleler-Atsız s32) Tabi bu eksiklik yahut alışkanlık XIX.
yüzyılda Müşir Süleyman Paşa ile yıkılmaya başlandı ve Türk milli tarihinin
daha da eskilerden başladığı görüşü hızla benimsenmeye başlandı. Konu dışına
çıktığımı düşünmeyin sakın. Zira bizim tarihimiz ile ilgili sağlıklı bir analiz
yapamayışımızın tek sebebidir bu tür yanlışlık ya da eksiklikler.
Nitekim tarihimizi tüm ideolojik yahut hayranlık
saplantılarından uzak araştırmak isteyen,daha yüz sene öncesine kadar bile 5 milyon
km (2) ye sahip bir imparatorluğun mirasçısı olmaktan gurur duyduğunu
görecek ve istemsizce kabaracaktır.
İmparatorluğunu kaybetmiş bir milletin ye’se
kapılması da çok anlamlı değil.Zira sadece biz imparatorluğumuzu kaybetmedik ki
;bakınız Ruslar’a ,İngilizler’e,Almanlar’a ve de Avusturya-Macaristan
İmparatorluğuna.. Onlar da kaybettiler. Bu zamanın , yüzyılın zorunlu değişimiydi.
Peki neden sadece biz bunu bir sorun haline
dönüştürüyor ve tartışma konusu yapıyoruz?
Çünkü İmparatorluk, her yönüyle, ister
kasıtlı olsun ister yanlış politikaların bir sonucu olsun,tarihi hafızamızdan
silinmeye çalışıldı. E zamanla milletin kaybolan bu hafızası geri gelmeye
başlayınca ister istemez bir çatışma( fikren) yahut kutuplaşma olarak kendini
gösterdi.
Oysa sözü edilen yıkılmış imparatorlukların
çocukları ,örneğin Almanlar , galiplerce vahşice parçalanmalarına rağmen
hafızalarını muhafaza etmeyi başardılar. Hatta öyle ki ,her şeyini kaybeden
Almanya galiplerce Doğu Almanya ve Batı
Almanya olarak ayrılınca Berlin , elden gitti ve başkentlerini Bonn’a taşıdılar.(İhtişamdan
Sefalete-Prof.Dr. Mehmet ÇELİK-S10) yani başkentlerini bile kaybettiler..Ancak Batı Almanya, galipler
tarafından isimlendirilen Doğu Almanya tabirini hiçbir şekilde kullanmadı((İhtişamdan
Sefalete-Prof.Dr. Mehmet ÇELİK-S10) ve emperyalizmin gücünün de bir yere kadar olduğunu gösterdi.
Almanya başkentini kurtardıktan sonra,
çocuklarının hafızasında yaşananları hep canlı tutmaya gayret etti.Sadece o
günlerin yaşanmışlıklarını değil, Bismarck’ı da ,Wilhelm’i de yaşattılar
onların hafızalarında. Her daim ne olduğunu bilen kuşaklar ne olacağı konusunda
yoğun bir çaba içine girdiler ve sonuç…
Sonuç şu ki, Mercedes, BMW,Opel gibi otomobil
markalarına sahip oldular. Dahası, AB nin oluşumunda kilit rol aldıkları gibi
AB’nin lokomotifi konumuna geldiler.
1992’de dağılan Sovetler için de aynı şeyleri
söylememiz mümkün. Darmadağın olan bir SSCB , canlı tuttukları geçmişin
izlerinden yürümeye devam edince, adı Rusya olarak değişse de kısa sürede
kaybettiği toprakları öyle ya da böyle
,tüm dünyanın gözlerinin içine alaycı alaycı bakarak ya aldı ya da yönetimsel
olarak kendine bağladı. Bu başarı(onlar açısından elbette başarı) , geçmişte
neydin ,şimdi ne oldun ve gelecekte ne yapacaksın ? Sorularını gençlerine sordurarak
mümkün oldu.
-FKD-
Yorumlar
Yorum Gönder