“Araplaşıyoruz”dan “Talibanlaşacağız”a.. “Korku”nun Gücü..
“Araplaşıyoruz”dan “Talibanlaşacağız”a..
“Korku”nun Gücü..
“Korku” hayatın pek çok alanında yaşamı sürdürmek için gerekli bir
dürtü olarak ortaya
çıkmıştır. Adeta hayatta kalma dürtüsünü besler korku.
Korkunun bu besleyiciliğini sosyologlar, psikologlar fark eder de
siyaset fark etmez mi? Mümkün mü bu? Tabi ki değil.
Siyaset “korku”nun insan hayatını nasıl yönlendirdiğini fark ettiğinde,
bunu en anlamlı biçimde kullanmaya karar verdi.
İktidarlarını güçlendirmek için hegemonya
aracı olarak kullanması gibi.
Zamanla siyasetin güç unsuru
haline gelen bu evrensel duygunun
etkisini hiçbir zaman azaltmak istemediler. Azalmaya yüz tuttuğunda yapay korkular ürettiler ve bu yapay
korkuya odaklı senaryolar yazdılar.
Soğuk savaş döneminde ABD’nin öncelikle kendi halkını, ardından dünya halklarını
kendisine
muhtaç, ihtiyaç sahibi köle görünümlü halk oluşturmak için en acımasız senaryolarla
kaleme aldıkları “komünizm” korkusunu, yıllarca nasıl ustaca işlediğini hatırlayalım;
halkı her daim bu tehlikeye karşı uyanık tutması, bu “büyük düşman”a karşı tek kurtarıcı olarak kendilerini
göstermeleri, “korku”nun nasıl işlendiğinin en bariz örneğiydi.
“Korku”nun beslediği duyguları harekete geçirmek siyaset için çok zor değildir. Ortaya attığınız
senaryoların ön izlemesini birkaç gün ekranlara verdiğinizde gerisi
Svendson, “Korkunun Felsefes”i
eserinde “korku çevreyi kuşatan her şeyin gelişmesine yön veren ana etkendir”
şeklinde tarif eder korkuyu.
Machiavelli ise “toplumu kontrol
edenlerin korkuyu ve korkacak kişileri de idare edebileceği”ni söyler. Toplumu
kontrol edenler, vatandaşı, uysal bir çizgide tutup onu korkularından korumak
için, yapılan her şeyin “kendi iyiliği için yapıldığına inandırır.
Bizde ki korku senaryosu, ilginç bir biçimde toplumu idare eden
yönetimlerce değil de iktidara muhalefet edenler tarafından yazılıp oynanıyor.
Örneğin 2002’de muhafazakâr anlayışa sahip olan bir camianın tek başına
iktidara gelmesi o kadar “ürkütücü” olmuştu ki, birçok sıradan vatandaşın “eyvah!”
demesine şahit olmuştuk.
Tabi korkuya kapılan bir gurup insanın, korkusuna neden olanları çok
iyi değerlendirip bunun üzerinden kendi camiasını her an diri tutmak, adeta
muhalefetin uzun süre elinde tuttuğu siyasi bir koz haline dönüşmüştü.
Bunun üzerinde çalışıp senaryoyu derinleştirmek gerkirdi;nitekim senaryolar
önce müsveddelere yazılıp ardından kitaplaştırılacaktı.
Senaryonun başlığı bulunmuştu..”Araplaşıyoruz!”
Senaryonun giriş cümlesi ise yazarçizerlerden sadece birinin yazdığıydı;
ne diyordu yazısında bu yazar?
“İyi bir Müslüman olmanın yolunun iyi bir Arap taklidi yapmaktan, yani
Hz. Muhammed ile arkadaşlarının kültürel tavır ve kıyafetleriyle donanmaktan
geçtiğini zannedenler ne olursa olsun alelade sünnet-i seniyye olduğunu âdeta farzmış gibi kabul ettiler”
Bu paragrafta sorun görmeyebilirsiniz ancak konuyu ülkesiyle
bağdaştıracak cümle hemen sonrasında geliyordu:
Türkiye’nin dinci siyasilerinin. Terör eylemlerine cevaz veren Arap
İslamcılığına destek vermesi Türk asıllı dindarların zamanla Araplaşan bir dine
yönelmesine önayak oldu”
Bir başka yazar ise Türklerin Araplaşmasının bin yıl önce başladığını
belirten tarihi bir analiz sonrası asıl çırpındığı, yakındığı şeyi usul usul, adım adım ortaya koyacaktı;İmamhatipler
“Atatürk Devrimlerinden verilen en önemli ödündür. Araplaşan İmam hatip Okulları Türkiye için ciddi bir tehlike
unsurudur.”
Tabi kendi ülkesine bakmayan bu “korkakların” dışarıdan kendi
ülkelerini üstünkörü izleyen birilerinin yorumlarına bel bağladıkları aşikârdı.
Örneğin 2000’li yılların başında editörlük yapan Wall Street Journal Gazetesi’nin
dış politika editörü Bret Stephens, Ortadoğu tarihçilerinin üstadı(!) Bernard Lewis’in “Türkiye’nin 10 yıl içinde
İran’a benzeyebileceği” yorumunu yaptığını belirtmişti.
Bu kişiyle dostluğu olan içimizdeki yazar çizerlerin, kendilerinden
yaşça oldukça küçük olan bu kişinin belirttiğini referans alması kaçınılmazdı
zaten. Nitekim bu yorumdan alıntı yapmaları hiç de gecikmedi ve köşelerinde
işlemeye başladılar. Başlıklar tahmin ettiğiniz gibiydi “Araplaşıyoruz!” “İranlaşıyoruz!”
Yalnız bir sorunları vardı:
Algı dünyasından kendilerini sıyırdıklarında meydanlarda söyledikleri
gibi bir yapıyı bulamıyorlardı. Hal böyle olunca bireysel birkaç çarşaflı
vatandaşlarımızı, sakallı Mehmet Ağa’nın sakallarını fotoğraflayıp
gazetelerinde işlemeye başladılar.
Fakat zaman geçtikçe “Araplaşıyoruz” iddialarının altı boşalmaya
başlayacaktı. Ne Cumhuriyet Mitingleri ne de bir gurup komuta kademesinin
hadsiz “ Şeriat” uyarısı geniş halk kitlelerini
etkileyemedi.
Bunlar, mevcut İktidarın, İktidarının on ikinci yılında dahi “Bizi Araplaştıracaklar”
diyerek adeta bunu geçekleşmesi için dua edecek duruma gelmişlerdi. Hatta ve
hatta bırakın Araplaşmayı, iktidarın 14.yılında bile halkın muhafazakârlıktan
uzaklaştığı tespiti önlerine geldiğinde çılgına dönecekler ve yeni korku
senaryolarının peşine düşeceklerdi.
Bunun için özelleştirmelerden hareketle vatan topağının satıldığı
korkusunu senaryolaştırmaya karar verdiklerinde yine büyük halk kitlelerinden
destek alamayacaklardı. Her hamleleri onlar açısından hayal kırıklığı olunca
bir süre beklemeye koyulacaklardı.
Yine bunlar, 20 yıl boyunca toplumu, bırakın Araplaştırmayı, dini
değerlere sarılmalarını bile sağlayamayan iktidarın bu “beceriksizliğini” göre göre şimdi de Talibanlaşacağız” diyerek yeni korku
senaryosu yazmaya çalışıyorlar.
Fakat öncekilerden farklı bir cümleler… “Araplaşıyoruz”dan “Talibanlaşacağız”a..
Yani binerce kilometre uzakta ve kendine hayrı olmayan bir yapının bizi kendine
benzeteceğinden endişe etmemiz akıl işi olmasa gerek..
Zaten mesele bundan endişe duymak değil, kendi şakşakçılarının ruhunu
okşamak..
Zaten mesele devletinin
güvenliği değil, kendi can güvenlikleri..
Zaten mesele üzüm yemek değil,
nefret ettikleri hedefi yemek..
Yorumlar
Yorum Gönder