“SÖZDE BAĞIMSIZLIK”TAN “ÖZDE BAĞIMSILIĞA..”

 

 “SÖZDE BAĞIMSIZLIK”TAN “ÖZDE BAĞIMSILIĞA..” 

Tarihler 15 Ekim 1881’i gösterdiğinde koca Osmanlı İmparatorluğu’nun bağımsızlığını büyük ölçüde yitirdiği Muharrem Kararnamesi imzalanmış ve Osmanlı Devleti’nin ekonomisi büyük ölçüde yabancıların kontrolüne geçmişti.

 Çünkü bu kararnamenin 15. maddesine göre; alacaklıların menfaatini korumak ve borçların ödenmesini bir plan dâhilinde yürütmek üzere, Düyûn-u Umumiye İdaresi (Düyûn-u Umumiye-i Osmaniye Varidat-ı Muhassasa İdaresi)kurulmıştu.

Bu kurum,  bu dönemin IMF (Uluslararası Para Fonu)’nin ilkel şekliydi; ve Devletin vergi gelirlerinin büyük kısmına el koyup tüm ekonomik faaliyetleri kontrol altına almayı hedeflemişti.

Ekonomik hedeflerini, birililerinin belirlediği Osmanlı Devleti’nde, doğal olarak siyasi hedefler de yabancıların belirlediği çizgiyle sınırlı kalacaktı.

1881 tarihi, esasen Osmanlı Devleti’nin bağımsızlığının resmiyette kaldığı; fiili bağımsızlığını yitirdiği bir dönüm noktası oldu. Her ne kadar 1838 Balta Limanı Anlaşması ile bu durumun başladığını söyleseler de bazı tarihçiler, bağımsızlığın sözde kalmasındaki asıl kırılma noktası 1881 tarihi olduğu bir gerçek.

Abdülhamit özde bağımsızlığı tekrar elde etmek için olağanüstü şartlarda olağanüstü mücadele örneği gösterdi. Her köşesinde entrikaların yaşandığı İmparatorluk’ta o, “kendi entrikalarını” karşı hamle olarak başarıyla öne sürdü.

Borçlarını, dolayısıyla bağımlılığı azalttıkça üzerindeki baskılar arttı. “Özde bağımsızlığa” yaklaştıkça en olmadık alçaklıkla saldırılarını arttırdılar. Padişah 33 sene bu aşağılık saldırılara karşı koymaktan bir an olsun geri adım atmadı. Nitekim geri adım atmadığı için 33 yıl tahtında kalmayı başardı.

Siyasi bağımsızlığın ekonomik bağımsızlıkla mümkün olduğunu düşünen Sultan, borçlarını sıfırlamaya kararlıydı. Borçların üçte ikisini ödemişti nitekim. 

Borçlarından arınmasına ramak kalması imparatorluğun iplerini elinde tutan emperyalistleri endişelendiriyordu. Her an ipler kopabilirdi ve tuttukları ip kendilerinin boyunlarına dolanabilirdi.

Nihayetinde adice tertiplenmiş 31 Mart Vakası’yla istediklerini 33 yıl sonra elde etmişlerdi; Abdülhamit tahttan uzaklaşmak zorunda kalmıştı. İmparatorluk “özde bağımsızlığına” kavuşamamıştı.

Tarihler 24 Temmuz 1923’ü gösterdiğinde Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğindeki Ulusal Kurtuluş Mücadelesi başarıyla sonuçlanmış ve Duyun-u Umumiye’nin de kaldırılmasını sağlayan Lozan Anlaşması imzalanmıştı.

Anlaşma ile ekonomik bağımsızlık büyük oranda elde edilmiş, ardından İktisat Kongresi, Kabotaj Kanununu gibi gelişmelerle ekonomi üzerindeki yabancı baskısının kalıntıları da ortadan kaldırılmıştı.

Ekonomi üzerindeki baskıların kalktığı dönemde siyasi yönlendirmelerin de etkisi gittikçe azalmaya başladı. Artık özde bağımsızlık süreci de büyük ölçüde tamamlanmıştı.

Mustafa Kemal Atatürk, siyasi bağımsızlığın ekonomik bağımsızlıktan geçtiğini çok iyi bilen bir liderdi. 

Nitekim Türkiye İktisat Kongresi’nde “Arkadaşlar bence yeni devletimizin, yeni hükümetimizin bütün esasları, bütün programları iktisat politikamızdan çıkmalıdır” diyerek aslında buna vurgu yapmıştı.

Birçok fabrika kuruluşlarınınım yeniden çalışmasını sağlamış, yeni fabrikalar açmıştı. Liberal bir ekonomik politikası takip eden, hatta 1932’de bu politikasına ters düşen bir Maliye Bakanı’nı Başbakan’ın onayını almaya gerek duymadan değiştiren Mustafa Kemal Atatürk hedefinde kararlıca ilerlemişti.

Fakat Atatürk’ün ölümüyle her şey hızla değişecekti. Ekonomide katı bir devletçi politikaya geçilecek, Atatürk Dönemi’nde desteklenen Nuri Demirağ’ın uçak fabrikası gibi bir takım özel teşebbüse ait fabrikalara gereken destekler verilmeyecek ekonominin çarkları birden bire duracaktı.

Haliyle yerli üretime dair hamleler de boşa gidecekti. Örneğin kendi uçağımızı üretmekten vazgeçecektik. Kendi tankımız için düşünülen projeleri hayata geçirecek iradeden uzaklaşacaktık. Kendi yerli arabamıza benzin koymayı unutarak yerli girişimcilerin boynunu büküp, “becermezsiniz!” mesajını verecektik.

İnönü Dönemi’nin enstantaneleriydi bunlar. Belki de tekrar, sözde bağımsızlığa giden yolun ilk kilometre taşlarıydı. Nitekim  1942 yılında Teşvik-i Sanayi Kanununu’nu yürürlükten kaldırılması bu kilometreye birkaç taş birden ekleme anlamına geliyordu. Atatürk Dönemi’nde başlanan birçok yerli proje katı Devletçi politikalarla yarıda kalmıştı; ağır sanayi hamlesi olarak nitelendirilen iş kolları kurulamamıştı.

Bu tür sanayi müesseselerinin kurulamamasıyla hem istihdam sorunları yaşanmış, hem de dışa bağımlılığımız maalesef yeniden başlamıştı. Bu siyasi bağımlılığın da habercisiydi.

Tarihler 11 Mart 1947’ü gösterdiğinde İsmet Paşa IMF’ye üye olduğumuz anlaşmaya imza attı. Üye olduğumuzdan itibaren IMF ile çoğu bir yılda geri ödemeli olarak 19 farklı Stand-by anlaşması yapacaktık.

Bu anlaşmaların imzalanması adeta gelenek haline gelecek ve hemen hemen her başbakan döneminde birden fazla Stand-By Anlaşmaları imzalanacaktı.

Oysa IMF’İ, “ihtiyacı olanlara kredi veren" bir kuruluştan ibaret olmadığı kredi verdikleri ülkelere yaptıkları “ölümcül dayatmalar”la rahatlıka anlaşılıyordu.

IMF şeflerinin özellikle Afrika ve Latin Amerika ülkelerine verdikleri kredi karşılığındaki istekleri, bu devletlerin yapılarında ciddi değişimlere neden olacaktı.

Türkiye’de de durum1947’den 2013’e kadar çok farksız değildi. IMF’nin ağır dayatmaları, çoğu zaman dönemin başbakanlarını bile isyan ettirme noktasına getirmişti. 

Ama hiçbir Başbakan veya İktidar IMF’den hem kendi hem de ülkelerinin yakasını kurtarma iradesi göstermemişlerdi.  Hatta bu iradeyi göstermeyi düşünmemişlerdi bile. En azından icraatlarında, daha doğrusu icraatsızlıklarında bu izlenimi vermişlerdi. Zira devranın bu şekilde dönmesi onlar açısından ekstra bir çalışma ve gayreti getirmeyecekti.

İşte bu nedenledir ki kendi yağında kavrulmaya çalışan ancak çoğu zaman başkasından borç alınan yağları kullanmak zorunda kalan bir Türkiye profili çizilmişti dünya devletleri gözünde.

Kendi yağlarını verdikleri sürece her istediklerini tereyağından kıl çeker gibi yerine getirmek zorunda kalan bir Türkiye, onlar için oldukça kullanışlı bir pazar yeri olmuştu.

Ancak kendilerine “körü körüne bağlı” bir devlet izlenimi Türk halkı açısından bir takım uyanışlara, baş kaldırılara veya kendi göbeğini kendilerinin kesmesi ihtimaline karşı göstermelik birkaç dış operasyonlara izin vermeyi de ihmal etmediler. Ancak belirledikleri çizgiler dâhilinde.

 Bu şekilde halkını mutlu eden(!)iktidarlar, bağlandıkları IMF Şeflerini rahatsız etmeyecek halk ayaklanmalarını da bertaraf etmeyi başaracaklardı.

Ama madalyonun görünmeyeni görüneninden çok farklı olacaktı;memur alım sayısından tutun da işçi maaşlarına kadar, dış ilişkilerde belirlenen ilkelerden tutun da siyaset sahnesine çıkacak aktörlerin belirlenmesine kadar her şey ama her şey bu şeflere sorularak yapılacaktı;ama direk sorulacak;ama dolaylı olarak..

Doğalgaz, petrol arama gemilerini yine onların önerileri doğrultusunda kiralayacak ve yine onların belirlediği personelle aramalara gidecektik. Onların belirlediği karasal alanlarda yapacaktık petrol aramalarını; elimize tutuşturdukları cihazlarla.

Ancak bu devranın böyle dönmeyeceğini ne onlar tahmin edecekti;açıkçası ne de biz.

Tarihler 2013’ü gösterdiğinde dönemin Başbakanı bu devranın dönüşünü durdurduğunu ilan eden bir açıklama yapacaktı: “IMF’ borçlarını sıfırladık.”

Bu açıklama Atatürk’ün ölümünden sonra günümüze kadar gelen “sözde bağımsızlığın” sona erdiğini gösteren bir dönüm noktasıydı;”özde bağımsızlığın” yeniden elde edilmesinin başlangıcıydı.

Ancak bu özde bağımsızlığı başlatan tarihi açıklama, beraberinde bir çok karşı saldırıları beraberinde getirecekti.

Öncelikle yıllarca tuttukları ipi kesen Türk liderinin imajını Avrupa’nın, Amerika’nın en işlek caddelerinde, yerle yeksan edecek tanıtımlara yer vereceklerdi; ”diktatör!” diyeceklerdi. Hızlarını alamayıp “Terör destekçisi” yaftasını yapıştıracak ve en çok okunan gazete ve dergilerde kavuklu,fistanlı fotoğrafları yayınlanacaktı.

Türkiye’nin “özde bağımsızlığının” temsilcisi Recep Tayyip Erdoğan ise bu girişimlerin hiç birine kulak asmayacak ve kararlı bir şekilde hiçbir “dış mihraka” sormadan, boyun eğmeden yapacaklarını hayata geçirecekti.

Ülkesinin öz kaynaklarıyla aldığı araştırma gemilerinde kendi öz evlatlarının görev almasını sağlayacak ve kendi sularında kendi gazını bulacaktı.

Ülkesinin öz beyinleriyle ürettiği SİHA ve TİHA’larla kimsenin kırmızı çizgisine kulak asmadan terörün kökünü kazıyacaktı.

Fırat Kalkanı Harekâtı, İdlib operasyonu, Zeytin Dalı Harekâtı, Barış Pınarı Harekâtı gibi sınır ötesi operasyonlarda kimsenin iznini almayacaktı.

Libya’ya çıkarken kimsenin düdük çalmasını beklemeyecekti.

Ama bu aşamaya gelene kadar, kamuoyunun bildiği veya bilmediği birçok saldırılara maruz kalacak ancak halkı 15 Temmuz Darbe Girişiminde olduğu gibi hep arkasında duracaktı.

HALKIYLA BERABER SÖZDE BAĞIMSIZLIKTAN ÖZDE BAĞIMSILIĞA GİDEN YOLDA EMİN ADIMLARLA YÜRÜECECEKTİ..

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Zelensky ve Kolomoisky..

Ne ara insanlığınızı kaybettiniz! “Benden Olmayan Herkes Ölsün” Duygusu

Kürt Sorunumu Terör Sorunu mu?

Mossad & CIA işbirliği mi?

Üç harfli İngiliz piyonları: SAS

Uyanış Büyük Türkiye

Sosyal Medya

Neden Bir “15 Temmuz Yasası ”Çıkarmayalım ki!

2022’nin Eğitim Sitemini 1924’ün Kanunlarıyla Yürütemezsiniz..