Butik devlet mi olacağız yoksa küresel aktör mü?
Butik devlet mi olacağız yoksa küresel aktör mü?
Türkiye’nin “orta büyüklükte bir ülke” olarak tanımlayan
uluslararası ilişkiler şu an itibarlıya Türkiye'yi acaba nasıl tanımlamaktadır?
Ortanın üstü mü? Yoksa “büyük güç mü? Yoksa bölgesine
sıkışmış, dar alanda paslaşma yapan “dar alanın büyüğü” mü?
On yıllarca Batı yönelimli bir dış politikamızla, Batı’nın
bizi uluslararası dış politikada konumlandırdığı yer elbette “büyük güç” konumu olacak değildi.
Ancak son 10 yılda Batı’nın Türkiye’yi inatla “büyük güç” olarak konumlandırmama eğilimi bir noktada kendilerini zorlamış görünüyor.
Türkiye’nin
giderek yükselen gücüne karşı kayıtsız kalmayan Batılıların bu ülkeyi yeniden
konumlandırmaya ihtiyaç duyduğunu, kendi içlerindeki fikir ayrılıklarında
rahatlıkla göre biliyoruz.
Türk dış politikası uzun yıllar “ulusal çıkarlar” ekseninde şekillenmiştir. Bu şekillenme halen aynısıyla devam etmektedir.
Tak fark
“ulusal çıkarlar”dan anlaşılanın ne olduğudur;ne anlaşıldığı, iktidarlara gelen
siyasilerin ideolojik bakış açılarıyla doğrudan ilişkili olmuştur.
İdeolojik saplantıların baskın olduğu iktidarlarda bu baskın hâl, ülkeyi “dar alanda” kendi kendine yeten bir ülke olmaktan öteye taşımayı düşündürmezken, ideolojik saplantılardan uzak olan siyasi erklerin çabaları da iç bedhâhların engellemeleri karşısında yetersiz kalmıştır.
Elbette bu yetersizliklerin sebebi
sadece dahili emperyal uşaklar değildir;diğer sebep hizmet yolunda kefenlerini
yanına almak istemeyişleridir.
90lı yıllar boyunca ülkeyi idare eden sözde “Kemalist”
zihniyeti temsil edenlerin ”ulusal çıkarlar”dan anladıkları, Marks’ın
anlayışının başka versiyonundan öte bir şey değildi.
Marks’ın ulusal çıkarlardan anladığı ise “egemen sınıfların çıkarı” idi.
Marks’ın bu kuramı her ne kadar işçi sınıfıyla ilgiliyse de, bu
anlayışla hareket eden ve kendilerini
“Kemalist” olarak tanımlayan iktidar zihniyeti, bu egemen sınıfın kendileri olduğunu, kendi çıkarlarını
korumanın ülkenin çıkarlarını korumakla eşdeğer olduğunu halka benimsetmeye
çalışmıştı.
Ekonomik hedefleri de bireysel olarak kendi ekonomik durumlarını iyileştirmeye yönelik bir hedef olarak gören bu zihniyet, aynı şeklîde eğitimde belirlenene hedefleri de kendi ideolojik saplantılarına hizmet etmenin aracı olarak belirlemekten çekinmemişlerdir.
Bu durumun özellikle halen
eğitimde devam ettiğini, özellikle Tarih derslerinde yer alan yanlış ve hayali
bilgilere bakarak üzülerek görüyoruz. Ancak konumuz eğitim olmadığından detaylı
bilgi ve de örnek vermekten şuan için kaçınalım.
Yıllarca ülkeyi
idare edenlerin kendi çıkarlarını “ulusal çıkarlar” olarak görmeleri nedeniyle ,
Batı “yumuşak güç”ünü kullanarak bize “ kendinle yetinme” anlayışını dikte etmeye
çalışmış ve büyük oranda bunu başarmıştır.
Bunu yaparken de sözde Kemalistlerden, emperyalizmle mücadelenin son yüzyıldaki dahi ismi Atatürk’ün dönemin şartlarında, yeni bir dünya savaşını engellemek amacıyla söylediği “yurtta barış cihanda arış” sözünü kalkan olarak kullanmalarını istedikleri aşikardır.
Son yılların popüler söylemi olan “komşularla barışmak” sözünden “uysal koyun” olmayı anlayanlar,"yurtta barış dünyada barış"ı emperyal efendilerinin telkin ettikleri şekliyle anlayanlar, Türkiye’nin heba edilen yıllarından sorumlu olanlardır.
Ama bırakın sorumluluk duymayı, alışamadıkları
“bağımsızlık” savaşının soğuk safhasında bile oldukça tedirgin,korkak, korkak
oldukları kadar da korktuklarına sarılacak kadar kendilerini çaresiz görüyorlar.
Halkta, kendileri gibi korku yoldaşlığında birleşenleri
göremeyince de sahte korkular üzerinden halkı korku yoldaşlığına katılmaya zorluyorlar..
Oysa bu korkuların
akıllı,sabırlı ve dengeli bir dış politikayla ne kadar yersiz olduğunu
görmeleri için önlerine düzinelerce örnekler çıkmaktadır. Örneğin Büyükelçiler
sorununda emperyâllerin geri atması gibi. Ya da “Mavi vatan” yolculuğunda
önünüze çıkan buz dağlarını siyasetin sıcaklığıyla erittiğimiz gibi.
Ama asıl gaye farklı olunca, meselenin aslında korkudan
ziyade siyasi hırslar ve nefretin getirdiği körlük olduğunu anlamak çok da zor
değil;ya da korkularının kendi ülkeleri için değil de uşaklıklarına hazır
oldukları emperyâllerin hedeflerini gerçekleştirememekten kaynaklandığını
anlamak..
Yıllarca emperyâllerin çizdiği kırmızı çizgili dairenin içinde kendimizi bölgesel güç olarak avutmamız bize verilen bir miktar motivasyon gazından başka bir şey değildi.
Oysa biz esasında bölgesel güç değil bölge
gücünden öte bir güç değildik. Bize sunulan da bölge gücünden öteye
gitmeyen bir güçtü. Bize sunulanla yetinmek ise “bağımsızlık” duygularımıza çok da hitap eden bir sunu
değildi.
İşte son yıllarda bize sunulanla yetinmemizi isteyen “küresel aktörlere” karşı bununla yetinmeyeceğimizi haykırdığımız için bu gün tüm bu küresel aktörlerin hedefi konumuna geldik.
Kimi küreselciler seçimlerde ülkemizin Cumhurbaşkanı’nı diline dolarken, bazı küreselciler de kendi ülkelerinde Türkiye’nin sözüm ona ajanlık faaliyetlerinin varlığını dillerine doluyorlar.
Bu bile kendimizi nerede konumlandırmamıza karar vermemizde yeterlidir aslında.
Kimi küreselciler eski dünyanın alışkanlığıyla ülkemizin iç meselelerine karşıma hadsizliğinde bulunurken, bazı küreselciler de içimizdeki muhaliflerin desteklenmesini açık, net ve çekinmeden söyleyebilmektedir.
Destekleyecekleri muhaliflere de öncelikle dış politika ekseninde eleştiri yapmalarını öğütlemek de acınası bir durum tabi bizim açımızdan.
Muhalefetimizin kendilerine yol gösterme çabası ve hadsizliğinde bulunan "bizden olmayanları" ellerinin tersiyle kendi sınırlarına yollamaları en akıllıca bir politika olur...Bunu yapabilecek vatanseverliğe sahip olduklarını düşünüyorum.
İşte eski dünyada geçerli olan konjonktürel siyasi anlayışının, yerini çok yönlü dış siyasetine bıraktığını kavrayamayan bizim muhaliflerimizin her fırsatta Türk dış politikasını ekseni kayan politik süreçlerle özdeşleştirmelerinin altında yatan duygu başkalarının duygusu olmamalı; kendi özgün duygu ve düşünceleri olmalı.. Yanlış da olsa özgünlük önemli..
Unutmamak lazım;konjonktürel siyaset her ne kadar 1648 Westfalya’nın getirdiği modern diplomasi süreci olsa da günümüzde bu modern diplomasi geleneğine ek olarak, aynı zaman diliminde çok yönlü politik hamlelerde bulunmak bizim ülkemiz gibi çok yönlü avantajlara ve dezavantajlara sahip ülkeler için vaz geçilmez bir dış siyaset biçimi olmalıdır.
Malesef on yıllar boyunca çok yönlü politik avantajlarımızı kullanma cesaretinden yoksun birer "yanaşma" devlet olarak dünya siyasetinde yer almaya çalıştık.
Çok yönlü politik avantajları kullanamamak derken de , kadim
Türk tarihinden tutun, bir imparatorluk bakiyesi üzerine kurulmuş derin
coğrafyası olan konumuna kadar; hem Balkan hem Kafkas hem Ortadoğu hem Avrupa hem Asya hem Akdeniz hem Karadeniz
ülkesi olmamız bizi son 10 yıla kadar küresel aktör yapmadıysa bu uluslarası arenada,
bu bizim yöneticilerimizin beceriksizliğinden, acizliğinden ve de sığ düşüncelerinden
kaynaklanmıştır.
Son 10 veya 12 yılda
yapılan dış gezilerinden tutun da Türkiye’nin ev sahipliğinde gerçekleşen
uluslar arası görüşmeler veya konferanslar, Afrika ülkeleri ve de diğer Müslüman
ülkelerle gerçekleştirilen yoğun görüşme trafikleri ve son olarak Türk Dünyası’nda
birliği sağlamaya yönelik öncülük ettiği “aksakallılar” girişimi Türkiye’nin
artık kendisine sunulanla
yetinmeyeceğiniz gösteren işaretlerdir.
Nitekim tüm bunlar için ekonomik bağımsızlığını IMF’den kurtularak gerçekleştiren Türkiye’nin fiiliyata döktüğü sınır ötesi gerek ekonomik gerekse politik operasyonlar bu yolda kararlı olduğunu gösteriyor. Bunun için halk olarak bir süre ekonomik bedeller ödediğimiz muhakkak.
Bu bedele
ek olarak salgın koşullarının eklenmesi bedelin biraz daha ağırlaşmasına neden
oldu. Ancak inanıyorum ki Kürdü,Lazı,Çerkezi,Alevisi,Gayri Müslimi ve Türkü ile
Türk halkı bu bedellerin altında kendi karakterini ezdirmeyecektir;o karakter
de Atatürk’ün dediği gibi “Bağımsızlık”tır.
Bu bağımsızlığımızın kazanılmasının en büyük delillerinden
biri de kendi olanaklarıyla, kendi menfaatlerini korumak adına attığı adımlardır.
Bu adımlar birilerinin size belirlediği patika yollardan geçmen adımlar değil,
sizin çizdiğiniz, belirlediğiniz ve yaptığınız yollarda atılan sağlam
adımlardır.
Bu gün atılan her adım sonrası emperyâllerin hop oturup hop kalkması, fakat neticede hiç bir şey yapamamaları aslında ülkemizin siyasi,ekonomik ve silahlı gücün caydırıcılığını bize sunmaktadır.
Artık Türkiye’nin butik bir devlet olmadığını, bölge gücü değil bölgesel
güç de değil küresel bir aktör olduğunun farkına varan emperyâllerin bu dünya
liginde Türkiye’nin varlığına alışacaklar alışmak zorunda kalacaklardır.
Yeter ki bu istek ve arzu ve azim kişi veya kişilerle
sınırlı kalmasın.Yeter ki bu azim bir devlet geleneği olarak bundan sonra
gelecek olan tüm iktidarlar için bir hedef olarak geçerli olsun..
Yorumlar
Yorum Gönder