Komedyenlik mi Şaklabanlık mı?
Komedyenlik mi Şaklabanlık mı?
Eski dönemlerde “saray soytarıları” vardı. Bu “soytarılar”
hükümdarları en sıkıntılı zamanlarında bile güldürür, gerginlikleri azaltır ve
tabii, bol bol da bahşiş alırlardı. Bu gelenek Yıldırım BEYAZIT’la başlamıştı
Osmanlı Devleti’nde.
Tabi genel tarihte bu meslek binlerce yıllık geleneğe sahiptir. İslam Tarihi’ne baktığımızda bu geleneğin Abbasiler zamanında başladığını biliyoruz.
“Soytarılar”ın oldukça donanımlı olması gerekiyordu. Adeta ilim erbabı gibi ilmi konularda vakıf soytarıların üretkenliği de çok kaliteli olurdu. “Soytarılar”ın padişahı eğlendirme için uyması gereken kuralları da vardı. Örneğin belin çok ama çok aşağısına inen espriler yapmamaya özen gösterirlerdi.
Günler yıllar geçti; yen, yüzyıla girildi;ve bir zamanlar sadece
padişahı eğlendirmekle görevli olan ve
de gerek genel kültürde gerekse ilmi konularda oldukça bilgi birikime sahip olan(!) bu “soytarılar”dan halk da nasiplenmeye başladı. Yalnız birkaç farkla:
Birincisi, halkı eğlendiren “soytarılar”ın meslek adı
değişti;”komedyen” oldu.
İkincisi, meslek adı komedyen olan bu “soytarılar”ın gerek genel kültür düzeyinde gerekse yaşadıkları ülkelerinin gerçekleri konusunda bilgi birikimleri neredeyse hiç yoktu.
Hal böyle olunca soytarılıkta devam etmenin
yolunu sıra dışı olmakta buldular. Sıra dışı olmanın yolunu da iktidarların
karşısında konumlananlardan yana
kendilerini konumlandırmaktan geçtiklerini zannettiler.
Üretkenlikleri sahip oldukları bilgi birikimleriyle (birikimsizlikleriyle)orantılı
biçimde yok denecek kadar az olduğundan kendilerini, üstü kapalı hedef olarak
belirledikleri kişi veya kişilere hakaret ederek motive etmeye başladılar.
Tek amaçları
gelirlerini arttırmak için “soytarı”
olarak gündemde kalmak olan günümüzün modern “saray soytarıları” -ki ben
bunlara “halk soytarıları diyorum” sahip olamadıkları ideolojik yoksunluklarının
eksikliğini gidermek için insani
hassasiyetlere yönelerek hal arasında sıradan bir “soytarı “olmadıklarını
ispatlamak adına yoğun çaba sarf ettiler.
İlgi alanlarını kendi komedyen dünyalarıyla sınırlı tutan bu
“halk soytarıları ne yaşadıkları ülkenin jeopolitiği hakkında bilgi
sahibidirler ne de sosyo-kültürel yapısıyla. Çünkü bunların bu tür genel geçer
bilgilerle uğraşacak vakitleri hiç olmadı.
Oysa sadece kendi ülkelerinin değil, dünyanın nasıl
şekillendiğine dair okumaları, araştırmaları olmuş olsa eleştirmeleri
gerekenleri daha ince bir zekayla
eleştirme kabiliyetine sahip olacaklardı ve biz buna da mizah diyecektik. Zaten
mizah dediğimiz şey de tam da bu değil mi?
Mizah yapmak herkesin harcı olmadığı için ben mizah dışında yapılanlara da şaklabanlık demek çok çok da absürt olmaz sanırım.
Peki Mizah nedir?
Mizah, içine nüktenin ve dolayısıyla zekanın en fazla
girdiği bir sanattır. Monotonluğun duvarlarını kırıp zamanı, cömertçe
renkleriyle süsler. Kalbi öldüren gülmeyi değil, onu ferahlatıcı olanı yaşatır
insana.Mizah yapanların ilmi derinliği
bir yana, "el- dil- bel" sınırlarını aşmadıklarına da şahit oluruz.
“El-dil-bel” sınırları bizim özümüzü oluşturur. Bu özden
uzaklaştıkça ve her fırsatta onu baltaladıkça "mizah" anlayışımız da
değişmiştir. Değiştikçe bozulmuş; bozuldukça da "soytarılık, şaklabanlık,
sövme, dalga geçme" gibi kelimeler, onu daha güzel karşılar hâle
gelmiştir.
20. asrın önemli ediplerinden Ahmet Hamdi Tanpınar, "
Mizah, meslek olmadığı zaman güzeldir" diyor. Onu meslek seçenler ise
şaklabanlar olarak karşımıza çıkar.
“Günümüzde, milyonların önünde, şaklabanlık yapanları
görüyoruz. Dilleri, bir türlü bellerinden yukarı çıkamıyor nedense. Ellerinin
de "mahrem" kelimesiyle daha tanışmadığı aşikar.” Yüzlerinde en ufak
bir haya belirtisi göremezsiniz.
Temel prensiplerini (prensipsizlerini) Üçkağıtçılık, cahillik ve cinsellik şeklinde üç temel unsura dayandıranlar bu zihniyette olan şakşakçılarından nemalanmak için bu ilkesizliklerinin dibine kadar inmekten çekinmezler.
Zaman zaman şaklabanlıklarının Türk toplumunun değer yargılarını zorladığının farkına vardıklarında derhal sağdan soldan veya yoldan geçerken gördükleri gazete manşetlerinden hareketle siyasi pozisyon alarak bu olumsuzluklarını örtmeye çalışırlar.
Ne var ki aldıkları siyasi pozisyonlarda bile kendilerine bir sınır çizmezler;öyle ki ,ülkelerinin uluslarası siyasetteki milli duruşuna karşı dahi pozisyon almaktan çekinmez ve zeka kokan(!) esprilerle şakşakçılarını güldürmeye çalışırlar.
Örneğin hayatı boyunca dünya siyasi tarihini merak etmemiş olan biri çıkıp bu savaş ortamında petrol fiyatlarının artmasını -iç siyasette tarafgirlik yaparak- sözüm ona espri(şaklabanlık) yaparak kendi çapsızlığıyla eleştirmeye kalkar;bir diğeri cahilliğini örtme gereği duymadan ülkesindeki yağ kuyrukları(!)nı yoksul yılların kuyruklarıyla benzeştirip sözüm ona topluma mesaj verir. Bu mesajda kullandıkları absürt dilin nedenini sorduğunuzda “sokak ağzıyla konuşuyorum” cevabı alırsınız.
Nasreddin Hoca, İncili Çavuş, İsmail Dümbüllü, Nejat Uygur, Levent Kırca, Kemal Sunal, Gazanfer Özcan, Zeki Alasya, Metin Akpınar gibi mizah ustalarınıza paranızla mizah yaptıramazsınız ama paranızla günümüz komedyenlerine şaklabanlık yaptırabilirsiniz. Yani reddedemeyecekleri miktarda bir para teklif edip evinizde sizi eğlendirmesini isteyebilirsiniz. Asla geri çevirmeyeceklerdir.
Son tahlilde; mizah ile şaklabanlık apayrı şeyler olduğunu anlamışızdır umarım. Hatta
geçmişin “saray soytarılarıyla” günümüzün “halk soytarıları” ile birbirlerinden
kalite anlamında apayrı olduğunu da…Vesselam..
Yorumlar
Yorum Gönder