İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ
İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ
Demokratik toplumun temel gerekliliği olan çoğulculuk,
açık fikirlilik, hoşgörü ve ifade
özgürlüğü gibi kulağa hoş gelen haklara sahip
olma arzusu “devlet” yapısının ortaya çıktığı Tunç Devri’nden bu yana
devleti oluşturan bireylerin temel arzusu olagelmiştir.
Bu hakların
kavramsallaştırılması her ne kadar son yüz yılda ortaya çıkmış olsa da temelde
binlerce yıllık insanlık tarihinde gerek bireysel gerekse toplumsal olarak
ihtiyaç duyulan haklar olmuştur.
Bazı toplumlar bu
ihtiyacı “Magna Carta”nın imzalanma sürecinde olduğu gibi yüzlerce yıl öncesinde cesurca dile getirip “Yurtsuz
Jhon” gibi bir kralı masaya oturtup haklarını yazılı güvence altına almışlar,
bazı toplumlar da haklarını kavramsallaştıracak bilgi birikiminden yoksun
olduklarından dile getirme becerisini gösterememişlerdir.
“İnsan hakları için ne
yapabiliriz?” diye sorulduğunda “İnsanların bilmesini sağlayın” diyen Voltaire ve aynı dönemde yaşayan hatta neredeyse aynı
yıllarda ölen J.J Russo gibi entelektüeller 18. yüzyıl ve sonrasında
“kendini arayan halklar ”a bu konuda nereden başlayacağına dair ışık tutmaya
başlayınca, insanlar karanlıklarını aydınlıklara dönüştürmeye başladılar.
Aslında Fransız İhtilali’nin arka planında yatan neden de tam da buydu;
“kendini arayan halklar”ın çırpınışıydı.
21. Yüzyıla gelindiğinde
“temel hakları” konusunda az çok bilgi sahibi olmayan insan sayısı oldukça
azaldı. Kavramsal olarak temel çıkış noktası “Batı” olan “demokrasi”, gelişmekte
olan “Doğu” ve ya “Ortadoğu” ülkelerine
“Batı” tarafından ihraç edildiğinde bir dizi değişiklikler içerdi.
Öreğin kendi ülkelerinde
“demokrasi ”yi belli bir noktada kırmızı çizgiyle sınırlandırırken ihraç
ettikleri ülkelerde demokrasinin uygulanması konusunda “hiçbir çizgiye ihtiyaç
duyulmaması” gerektiği fikrini empoze etmeleri gibi..
Bu çifte standarta binlerce
somut örnek verilebilir. Ama en taze örnek olarak, AB’nin lokomotifi olarak bilinen Almanya’nın,
Filistin asıllı bir gazetecinin bilerek ve isteyerek İsrail tarafından
öldürülmesini protesto eden gösterilere müdahalesi ve Berlin-Brandenburg Yüksek
İdare Mahkemesi’nin Filistin yanlısı gösterileri kalıcı olarak yasaklanması
kararı gibi uygulamalar verilebilir.
Gelişmekte olan ülkelerin halklarını siyasal ve kültürel alanlarda istedikleri çizgiye çekmelerinin en
etkili yollarından biriydi bu “çizgisiz/sınırsız demokrasi.”
Tabi bu kavramın yanına
bir de özgürlük kavramını hatta bu kavramın en sınırsız olanını da eklerseniz tam
da istedikleri kıvama gelen bir toplumu istedikleri şekilde
olgunlaştırdıklarını göreceksiniz.
Özgürlüğün en sınırsız
olanını kullanmak genelde ifadeyle olur. Fiziksel olarak kullanma cesaretini
pek göstermezsiniz. Buna da tabi ki güzel bir kalıp cümle oluşturulmuştur:
”ifade özgürlüğü”
“Batı” kendisi için sınır
koyduğu “demokrasi, özgürlük, ifade
özgürlüğü” gibi kulağa hoş gelen, ruhu romantikleştiren bu kavramların ihracını
yaparken “sınırsız” kelimesini de yanına ekleyip yapmayı ihmal etmemiştir.
Temelde doğuşumuzdan
ölümümüze kadar olan yaşam sürecimizde ihtiyaç duyabileceğimiz notalardır
bunlar. Ancak bu ihtiyacımızı ne ölçüde ve nasıl karşılayacağımız konusunda,
“Batı”nın ihraç ettiği “sınırsız özgürlük” kavramı nedeniyle epey bir
bocalamaktayız.
Bu bocalama özellikle
21.yüzyılla başladı dersek hata olmaz. Çünkü daha öncesinde kafamız bu konuda
biraz daha netti. Mesela, 1961’e kadar uygulanacak olan 1924 Anayasası’nın bir
maddesinde “Şahsî masûniyet, vicdan, tefekkür, kelâm, neşir, seyahat, akit, sây
ü amel, temellük ve tasarruf, içtimâ, cemiyet, şirket, hak ve hürriyetleri
Türklerin tabiî hukûkundandır.” Maddesini koyduktan sonra “Hürriyet, başkasına muzır olmayacak her türlü tasarrufta bulunmaktır.”
Şeklinde belli sınırlamalar de getiriyordu. Yani sınırı “başkalarının özgürlük
alanını kısıtlamayacak..” olarak belirliyordu.
Bizdeki “özgürlük
düşkünleri”nin bir kısmının anlayamadıkları tam da budur. Her defasında
İnsan Hakları Avrupa
Mahkemesi (AHİM)’ne atıfta bulunan “sınırsız özgürlüğü sınırsız hakeret ve yıpratma”
olarak görenler AHİM’in ifade
özgürlüğüne sınır koyduğu durumlardan birinin ne olduğunu biliyorlar mı acaba?
Hemen söyleyelim:
İnsan hakları Avrupa
Sözleşmesi bizlere “ihraç ettiği” sınırsız ifade özgürlüğünü, kendi kıtalarında
“Nazi propagandasının yapılması veya Nazileri meşrulaştırıcı söz ve eylemlerin
gerçekleşmesi” ve “nefret söylemleri” durumlarında
derhal kısıtlama kararı almışlardır.
O halde bizdeki ekmeğini
yediği devlete olan düşmanca söz ve eylemlerin, Irkçılığın en aşağılık biçimde dile
getirilip eylemleştirilmesinin yukarıdaki “kısıtlama” nedeninden ne farkı var?
Onların fark
görememesinin tek sebebi var: Bizim gibi gelişmekte olup dışa bağımlılıkla
mücadele eden ülke halklarını belirsiz bir kaos ortamına sürüklemek. Başka da
izahı yok.
Ama hiç kimse kusura
bakmasın!
Gerek Türkiye’nin taraf
olduğu uluslararası sözleşmeler gerekse de Türkiye Cumhuriyeti Anayasası,
nefret söylemini hangi gerekçeyle olursa olsun ifade özgürlüğü içerisinde değerlendirmeyecektir.
O değerlendirme “eski Türkiye”nin
değerlendirmesiydi. O günün koşulları, bu tür nefret söylemlerini ifade
özgürlüğü kapsamında değerlendirmeyi gerekli kılmış olabilir. Ama “dün dündür;
bugün bugündür.”
“Kullanılan ifadelerin kişilere veya nüfusun bir bölümüne
karşı şiddete teşvik edici nitelikte olması hâlinde, bu ifade açıklamasına
müdahale hususunda devletin daha geniş bir takdir hakkı vardır”
Sınırsız özgürlük anlayışı felsefi anlamda kulağa hoş gelen
bir görüş olsa da bu görüşün toplumsal
hayatta kesinlikle geçerliliği bulunmaz.
Anayasamızın “Temel Hak ve Hürriyetlerin Sınırlanması”
başlıklı 13. maddesinde, “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın
yalnızca Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve
ancak kanunla sınırlanabilir.
Bu sınırlamalar, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik
toplum düzeninin ve laik Cumhuriyet’in gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı
olamaz.” şeklinde tüm temel haklar için sınırlama sebepleri yer almışken;
“Düşünceyi Açıklama ve Yayma Hürriyeti” başlıklı 26.
maddesinin ikinci fıkrasında,
“Bu hürriyetlerin
kullanılması, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyet’in temel
nitelikleri ve Devlet’in ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması,
suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce
belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel
ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya
yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla
sınırlanabilir.” denmiştir.
Demek ki devlet gerektiğinde başkasının özgürlük
alanına müdahale eden, toplumun belli başlı normlarını göz ardı edip hiçe sayan
söylemleri pek de ifade özgürlüğü
kapsamında ele almamaktadır.
Sonuç olarak: İstediğinizi istediğiniz biçimde
kullanma hakkını kendinizde görüyor olabilirsiniz. Bu gayet doğal bir şey.
Lakin tüm o “özgürlüksel” hakları bireyin
yahut toplumun değerlerini göz ardı ederek kullandığınızda gerek devletin,
gerekse toplumun “yasal sınırlar içinde tepki verme özgürlüğünü” kullanmasından
rahatsız olmayacaksınız..
Yorumlar
Yorum Gönder