“Küresele Irkçılık”
“Küresele Irkçılık”
Düzenli veya düzensiz göçün
sadece ülkemizde değil, gelişmiş tüm dünya ülkelerinde bir sorun haline
dönüştüğünü/dönüştürüldüğünü dünya gündemini takip edenler bilirler.
Tabi ülkemizin, neredeyse
her karasal sınırının olduğu noktalarda yaşanan terör olayları, iç savaşlar, adeta
‘ordugâh şehirleri’ gibi oluşturulmaya çalışılan “terör şehirleri/devletçikleri,
doğal olarak ülkemizin istikrarsız bir coğrafyanın tek istikrarlı ülkesi haline
getiriyor ve bu da haliyle ülkemize
yasal ya da yasal olmayan yollarla yoğun göçün yaşanmasına sebep oluyor.
Bizim
gibi gelişmekte olan ülkelerin sınırlarının her daim bu şekilde istikrarsız
kalması elbette dünyayı tek kutuptan yönetmek isteyen güçlerin arzuladığı,
desteklediği bir durum.
Bu
şekilde zor koşullarda ölüm kalım savaşı veren, üstelik bu savaşın yanında gerek
ekonomik, gerekse savunma alanındaki bağımsızlığını kazanmaya çalışan, bu alanlarda
“bağımsızlık özlemi” duyan halkımızın boş işlerle meşguliyeti, emperyalist
güçler için oldukça önemli.
İşte
bu noktada emperyallerin arzularını yerine getirecek belli başlı odak ve bu
odakların kullanabileceği toplumun sinir uçlarını harekete geçirecek hassas
konular devreye alınmaya başlanır.
Bu,
Türkiye’deki her hareketi, eleştiriyi ve eleştirenleri, iktidarı/iktidarları
yıpratma hareketlerini “emperyalizmin resmi taşeronu” konumuna sokmaz elbette.
Lakin bu hareketlerin, devlet kuramlarının tüm açıklamalarına rağmen kendi
kurumlarını bertaraf edip dış
kaynaklarla beslenmeleri onları ister istemez emperyalistlerin oyuncağı haline
getirir.
Bu
“oyuncak olma hali” bazen isteyerek(ki biz bunlara “hain” deriz-)bazen de istemeyerek(ki
bunlara da “zavallı” deriz) devlete ve halka zarar verecek noktaya geldiğinde devlet
“ceberrüt yüzünü” göstermekten asla çekinmez.
Ülkemizde
sığınmacılar üzerinden (ilgili kurumların açıklamalarına rağmen) nefret söylemi
geliştirmek, esasında “emperyal kucağa oturma”nın tam da kendisidir. Bu “oturma”
garabeti ister bilinçli olsun ister bilinçsiz olsun sonuçta zavallılığın n-en
bariz göstergesidir.
Ülkede
sığınmacılar yahut yabancı göçlerin, sorun haline dönüşecek noktaya geliyor
olmasını eleştirmek ve bu soruna bir çözüm bulunmasını istemekle, bu sorunu
nefret söylemiyle başka bir soruna dönüştürmeye çalışmak farklı şeyler.
Ülkede
sığınmacılar için makul çözümler önermek ve öneride ısrar etmek ayrı, esnaf
esnaf gezip sığınmacı avına çıkmak ayrı şeyler.
Bu
ayrı şeyleri ayrı ayrı değerlendirme kabiliyetinden yoksunsanız, devlet ve
halk, bu ülkede yeni bir 6-7 Eylül olayları benzeri olaylara müsaade etmeyecek
kadar tecrübe sahibidir.Bu tecrübeyi tecrübe etmek isteyenlere bunu göstermekle
mükelleftir.
Bu
ayrı şeyleri ayrı ayrı değerlendirme kabiliyetinden yoksunsanız, devlet ve halk kendi topraklarında Nazi
Almanya’sının “Kırık camlar gecesi”ne benzer
bir faşizme izin vermeyecek kadar acı tecrübelere sahiptir.
Bilenler
bilir! Almanya'da Hitlerin kışkırttığı kalabalıklar, 9 Kasım 1938 gecesi Yahudi
hedeflere saldırmış ve Yüzlerce sinagog yakılıp kül edilirken, yüze yakın Yahudi
de soğukkanlılıkla öldürülmemiş miydi? .
Fakat
bizim ne ekonomik gidişatımız ne de sahip olduğumuz değerler bu tür insanlık
dışı eylemler yapmamıza müsaade etmez, o ayrı bir konu tabi.
Zaten halkın vicdanlarında uyuyan bu “sığınmacı
sorununu” uyandırıp vicdan dışına çıkartmak isteyenlerin, ekonomik krizin
yaşandığı bugünleri başlangıç olarak seçmesi çok da tesadüfi değildir.
Hitler
ve Mussolini gibi faşist liderlerin, kısa sürede geniş halk kitlelerine sahip
olmaları da o dönemin, özellikle 1929
Buhranı’nın “yarattğı” olumsuz koşullarının bir sonucu değil miydi?
Sınırların
bir şekilde kalktığı günümüz dünyasında sebep ve sonuçları zincirleme bir
reaksiyon oluşturan, tarihte görülmemiş bir düzeyde göçün yaşandığı muhakkak.
Küreselleşme,
kutuplaşma, aralıksız savaş, yaygın ekonomik istikrarsızlık, artmaya devam eden
dünya nüfusu, kaynakların adil dağılmaması vb. nedenlerle milyonlarca insan
daha iyi bir yaşama kavuşmak için göç ederken hangi gelişmekte olan ülke bu durumdan etkilenmez
ki!
Önemli
olan ülkelerin genel bir göç politikasının olup olmaması. Uygulanabilirliği
olan, on,yirmi,elli yıl sonrasını ön gören bir göç politikanız varsa bu sorunun üstesinden
gelmeniz mümkün. Aksi bir durumda her an birlerinin iç işlerinize karışmasına
ve içişlerimizin karıştırılmasına olanak tanıyabilirsiniz.
Fakat, çişlerimizin karıştırılmaya çalışıldığı bugünlerde maalesef geleceğe yönelik
bir göç politikamızın olmadığını görmek mümkün.
Yani, gelen, düzenli veya düzensiz göçlerin
hangi şehirlerde veya hangi sınırlarda hangi oranda tutulacağı, hareket
alanlarının sınırlandırıldığı ancak insani ihtiyaçlarının da karşılandığı bir
politikaya sahip olmadığımız aşikâr.
Hâl
böyle olunca, bundan nemalanmak isteyip de ülke yönetimi hakkında hiçbir fikre
sahip olmayan bazı şahısların “kafatasçılık”ı bir devlet yönetme biçimi olarak algılamalarının
yolunu açmış oluyoruz.
Vatanlarından
umuda yolculuk eden küresel mağdurlar, gittikleri batılı gelişmiş ülkelerde
geçmişle az çok bağlantısı olan ama bir takım farklılıkları da içeren yeni bir
ırkçı tutum olan küresel ırkçılık ile karşı karşıya kaldıklarını hepimiz
biliyoruz, görüyoruz.
“Yeni
Dünya Düzeni”ni oluşturmada yetersiz kalması nedeniyle, “giderek politikleşen,
kontrolsüzleşen ve gerilimleri körükleyen” yeni küresel ırkçı anlayış
yaratılmaktadır
Batı’nın bu yeni tip “ırkçılık” anlayışını
örnek alan ülkemizdeki “kriz fırsatçıları” belirsiz ya da olmayan göç
politikasını fırsata çevirmekte pek gecikmedikleri görülüyor.
Ama
her ne kadar yoğun bir kriz çıkarma çabası olsa da bu “küresel ırkçılık”
dalgasının, ülkemizde tsunami etkisi
yapması beklenmesin. Çünkü sahip olduğumuz dini ve kültürel değerler, bu
tsunami önünde tampon rolü üstelenmektedir.
“Küresel
veya modern ırkçılık”ın “geleneksel ırkıçılık”tan farkı üstün ırk anlayışından kültürel
referanslara dayalı ayrımcılığa kaymış olmasıdır. Bu nedenle “hayır ırkı beni
ilgilendirmiyor” şeklinde savunma yapmalarının sebebi de budur.
Bu
tarz bir ırkçılık anlayışına sahip olanların temel özelliği, başka uluslara
tahammülsüzlüğü ve toplumlar arasındaki farklılıkları ayrıştırıcı bir unsur
olarak görmeleridir.
Batı’da yükselen bu “küresel ırkçılık”anlayışı, gelişmiş ulus devletlerin, sömürü düzenini sürdürmede bir araç haline gelmektedir.
Bu “furyayı” gelişmemiş ve gelişmekte
olan ülkelerde yaymaları için kendi ülkelerinde hu tür hareketlere sınırlı ve
kontrollü olarak izin vermeleri gerekmekteydi; nitekim o izin gerek Fransa’da
gerekse Almanya’da belli sınırlar dâhilinde verilmektedir.
Bu
inandırıcılık yöntemiyle gelişmekte olan ülke halklarını da etkileme amacı
taşıdıklarına, ülkemizde yaşayarak şahit oluyoruz.
“Dizayn edicileri” “Yeni Dünya Düzeni”
hedefine adım adım götürecek bir krizin yaratılmasına zemin oluşturan yeni
ırkçılık anlayışının etkisini, iktidarların/iktidarınızın yürüteceği akıllı,
geleceğe yönelik bir göç politikasıyla kırmak pekala mümkün.
Etkili
ve hızla sonuca götürebilir bir göç politikası ile ne “yeni dünya düzeni”nin aktörleri
ne de “taşeronları” hedeflerine ulaşmayacaklar
ve kısa sürede köpük gibi havada görünmez olup kaybolacaklardır.
Çünkü
artık Türkiye, kendilerine yazılan kaderi yaşayan az gelişmiş ülkelerden biri
değildir;halkı da çizilen bu “kaderin” feda edilen piyonları değildir.
Yorumlar
Yorum Gönder