Yunanistan’ın Dunning – Kruger Sendromu..

Yunanistan’ın Dunning – Kruger Sendromu.

Rusya’nın Soğuk Savaş sonrası Doğu Avrupa'daki statükoya meydan okumaya başlaması her ne kadar Şubat 2022 olarak görülse de bu süreç 2014’te başlamıştı; 2022’nin Şubat’ındaki meydan okuma  ise, sadece Doğu Avrupa’ya değil, AB ülkelerinin tamamına ve de ABD’nin NATO adı verilen ‘paravan şirketi’ aracılığıyla yayılmasına da açık bir meydan okumaydı.

Ancak bu meydan okuma ve sonrasında yaşanan sınır değişikliği, sadece bahsi geçen ülkelerin güvenlik endişelerini arttırmakla veya sadece bahsi geçen ülkeler için yeni koşullar ve yeni sorunlar doğurmakla kalmıyor, Türkiye için, Yunanistan için de yeni koşulların, yeni güvenlik endişelerinin getirdiği sorunları doğuruyor.

Örneğin Türkiye’nin güvenlik politikasının merkezinde Yunanistan ilk sırada yer alırken, Yunanistan’ın güvenlik politikasının merkezinde de Türkiye ilk sırada yer almaya başlıyordu.

Yunanistan’ın, ABD’nin sözde garantileriyle, savaşın kendisi için revizyonizm penceresini açtığına inanması, Türkiye’nin güvenliğini tehdit etmesine ve haliyle Türk güvenlik politikasının merkezine Yunanistan’ın konumlanmasına sebep olduğu açık ve nettir.

Yunan Başbakan’ı Kyriakos Miçotakis'in ABD ziyaretinde Kongre’de Türkiye’ye “cahil cesaretiyle” meydan okuması ve  42 dakikalık konuşmasında 37 kez alkışlanması elbette Türkiye’yi haklı bir endişeye sevk edecekti; ki etti de.

Ancak ABD’nin Miçotakis’e uyguladığı “nörolept anestezi”nin etkisi ortadan kalktığında, “ben neredeyim, ne yaptım” sorularının çok geç olacağını komşuya söylemeye ve bu anesteziden kurtulmaya davet etmekte fayda var.

 Aksi halde Yunanlılar için her şeyin geç olacağı, ‘gidenin yeniden geri gelemeyeceği’ bir sürece girileceği muhakkak.

Yunan medyasının dahi onca anlatılar arasında gerginlik meselesi yaptıkları Ege Adaları için, makul bir tez öne sürememesine bakılırsa, bu durum gerçekten Yunanlıların tam anlamıyla Dunning – Kruger Sendromu’nu yaşadıklarının kanıtıdır.

Bu sendromda olan insanlar, hakkında hiçbir fikri olmadığı ve öngöremediği olaylar karşısında bile sanki bu olayı yıllar öncesinden görmüş de ona göre davranmayı seçmiş gibi bir tavır alırlar. Bu sendromun bizdeki karşılığı ise “cahil cesareti” olarak özetlenmiştir.

Bu cahil cesaretle Mitsotakis'in, Pserimos, Kos ve Astypalea'yı ziyaret etmesi , Yunanlıların küçük kaya parçaları üzerinden koskoca bir devlete sirk gösterisi tarzındaki şovları, kışkırtmaları Türkiye için hemen yanı başındaki palyaçolara karşı tavrında, siyasetinde revizyonist pencereler açmaktan öteye bir işe yaramayacaktır.

Bu bağlamda  Türkiye’nin, hemen yanı başında kendisini rahatsız eden sirk gösterisini fırsata çevirip yanı başını yeniden şekillendirmeye yönelik politikalar üretmeye başlaması haktır; birincil önceliktir.

Haktır; çünkü Trablusgarp Savaşı sırasında Rodos ve 12 Ada’nın İtalyanlar tarafından işgalinden hemen sonra geri kalan adaları hukuksuz biçimde işgal eden Yunanlılar , 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşmasıyla bu adaları silahsızlandırmak şartıyla alıkoymuştu.

Aslında Lozan görüşmelerinde İsmet Paşa bu adaları istemişti. Fakat Venizelos oldukça etkili bir konuşma yapmış olacak ki ne diğer temsilciler ne de bizler çok da gür bir ses çıkaramamışız.

Venezilos konuşmasında “ İstanköy, Bozcaada ve Rodos’ta çok az sayıda Türkün yaşadığını, halkı Rum olan yerlerin Türkiye’ye bırakılmasının Türkiye’nin çıkarlarına uygun düşmediğini” uzun uzun anlatırken bizim temsilcilerimiz bunun aksini iddia edecek bir hazırlığa sahip değillerdi.

Haliyle Lord Curzon da ayağa kalkarak bu adaların muhakkak suretle Yunanistan’a verilmesini emri vaki bir söylemle istemiştir. Diğer adaların geleceğini de Türkiye ve İtalya temsilcilerinin ikili görüşmelerine bırakmayı teklif etmiştir.

Her ne kadar gerek İsmet Paşa gerekse Rıza Nur bu konuda ısrar etseler de, ısrarları hiçbir şekilde karşılık bulmamıştır; sadece silahsızlanma konusunda yardımcı olabileceklerini söylemekle yetinilmiştir.

Hatta temsilcilerimiz plesibit ve özerklik formülleri üzerinde dahi durmuşlar ama durmakla yetinmişlerdi maalesef.

İngiliz siyaseti oldukça kurnaz bir siyasettir.

Adalar konusu görüşülürken görüşmeye boğazlar meselesini dahil ederek göz dağı vermekten kaçınmayan Lord Curzon, Türk tarafını yatıştırmak için de “Yunanlıların burayı asla askeri üs olarak kullanmayacağı konusunda garanti verdiğini” söylemiş ve adeta Türk tarafı” boğazlar restine” ve ardından sözde “güvence verme” karşısında yelkenleri suya indirmişlerdir.

Mesela İsmet Paşa, Curzon’un önce Gökçeada, Bozcaada ve Semadirek adasının egemenliği konusunda tereddütlü konuşmaya başlayınca, İngiltere, Fransa ve İtalya Devletleri yüz elli sayfa, yüz altmış madde ve dokuz ek sözleşmeden oluşan bir antlaşma metni hazırlayarak Türk Heyeti’ne takdim etmişler ve Türk Heyeti bu uzun cümleler karşısında kafa karışıklığı yaşamışlardır.

Mesela Yunanlılar bir yandan Eşşek Adaları’nın Türk tarafına verilmesini kabul ettiğini dile getrirken diğer yandan da Meis Adası’nın Misak-i Milli ile âlâksı olmadığını uzun uzun anlatıp kendilerine ait olması gerektiğini söylemişlerdir.

Her ne kadar İsmet Paşa “Bu ada Anadolu’nun emniyeti için lazımdır. Haklı mütalaalarımızın dikkate alınacağını ümit etmek isterim.” Diye bir mesaj gönderdiyse de İtilaf temsilcilerine, mesajın karşılığı olumlu olmamıştır. Hatta karşılığında tehditkâr söylemlerle karşılaşmıştır.

Nihayetinde İsmet Paşa ““Meis adası Anadolu’nun parçalarındandır. Ona malik olmak davamız meşru ve haklıdır. Fakat cihan sulhunun temini gayesi ile bu ada hakkındaki isteğimizden vazgeçiyoruz.” Diyerek geri adım atmak zorunda kalmıştır.

Yunanlılar antlaşmanın on üçüncü maddesinde yer alan “Barışın sürekli olmasını sağlamak amacıyla, Yunan Hükümeti, Midilli, Sakız, Sisam ve Ahikerya (Nikerya) Adaları’nda, aşağıdaki tedbirlere uymayı taahhüt eder.

Buna göre; önce, bu adalarda hiçbir deniz üssü kurulmayacak, hiçbir istihkâm yapılmayacak, ikincisi, Yunan askerî uçaklarının Anadolu kıyısı toprakları üstünde uçmaları ve buna karşılık, Türk askerî uçaklarının da bu adalar üstünde uçmalarını yasak olacaktır” hükümleri gereği  ve de  Türkiye’nin toparlanıp yeni isteklerde bulunmasına zaman vermeden çok kısa sürede adaları askerden arındırarak Dünya Kamuoyuna bu sözde dürüst davranışlarını duyurmayı ihmal etmemişlerdir.

Ayrıca anlaşmanın on ikinci maddesinde  “Türkiye, aşağıda sayılan adalar üzerindeki bütün haklarından ve sıfatlarından İtalya yararına vazgeçer: Bugünkü durumda İtalya'nın işgâli altında bulunan İstanbulya, Rodos, Herke, Kerpe, Çoban Adası, İlyaki, İncirli, Kilimli, İleriye, Batnoz, Lipso, Sömbeki, ve İstanköy adaları ile bunlara bağlı adacıklar ve Meis Adası…”

Tarhler 18Nisan 1945’i göstwrdiğinde Yuaninstan önce davranarak BM’ye başvurarak adalardaki nüfusun Rum ağırlıklı olmasını öne sürmüş ve Rodos, 12 Ada ve Meis’in kendisine verilmesini istemiştir.

BM de konuyu çeşitli aralıklarla tam dokuz kez görüşmüş ve bu devletlerden İngiltere’nin  Dışişleri Bakanı Ernest Bevin, “İngilizler tarafında korunması altında olan adaları Yunanistan’a devretmek istediklerini belirtmiş, buna ABD ve Fransa da olumlu yaklaşmıştı.

En nihayetinde Paris Barış Konferansı’nda 30 Nisan 1946’da açıklanan resmi tebliğde, Rodos ve 12 Ada’nın prensip olarak Yunanistan’a devredileceği açıklanmıştır.

Bu süreçte ilgiç bir anekdot da; Rus temsilcisinin adaların unaistan’a bırakılmasına karşı çıkması ve ABD Dışişleri Bakanı Byrnes’in çok şaşırıp “…kendime gelebilmem için birkaç dakika zaman gerekti.” Demesi..

Paris Barış Konferansı kararları Yunanistan Parlamentosu’nda büyük bir sevinçle karşılanmış, Atina’da büyük gösteriler yapılmış ve adalar üzerine Yunan bayrakları atılmıştır178. Başbakan Çaldaris bu karar üzerine Paris’teki 4 büyük devletin dışişleri bakanlarına teşekkür telgrafları göndermiştir.

Bizim açımızdan yurt içinde ilginç olan nokta bu bşrısızlığın basınımzda fala yer almamasıdır. Oldukça nprmal karşılar gibi masşetlerle çıkan haberler san ki “kurtulduk” meseajları vermek ister gibiydi. Örneğin Ulus gazetesi haberi “12 Ada’nın Yunanistan’a devri kararlaştırıldı” manşetiyle, Yeni Asır“Paris konferansı dün mesut bir sürpriz ile karşılaştı” ve “12 Adalar Meselesi Halledildi” manşetiyle güne başarmışlardı.

Hüseyin Cahit Yalçın köşe yazısında bu olağan karşılamayı, “Bundan 25 yıl önce 12 Adanın Yunanistan’a verilmesi söz konusu olsaydı Türkiye’de büyük fırtına kopardı. Bugün ise fırtına değil, memnuniyet dalgalanıyor”şeklinde yazarak eleştirmişti.

Sonuçta, 21 ülke tarfından imzalanan 1947 Tarşhli Paris Anlaşması ve de 1923Lozan Anlaşması’nın 14 ve 15. maddeleri ile Türkiye tarafından İtalya’ya devredilmiş olan; Rodos, 12 Ada (Stampalia, Kalki, Skarponto, Kazos, Piskopis, Misiros, Kalimnos, Leros, Patnos, Lipsos, Simi ve Kos) ve Meis bitişik adacıklarıyla birlikte “silahsızlandırılarak ve öyle kalması şartıyla” Yunan egemenliğine verilmiştir

Yunanlıların, efendilerinin ülkelerindeki kuluçkalarına güvenerek efelenmesi en nihayetinde Türkiye’nin adalardaki Yunan egemenliğine “şüpheli egemenlik” gözüyle bakmasına ebep olmaktan öte bir işe yaramamıştır.

Yunanlılar Türkiye’nin Yunanlıların kural dışı egemenliğine meydan okuması daha şimdiden Yunan kamuoyunda ciddi korkulara yol açmış görünüyor.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Zelensky ve Kolomoisky..

Ne ara insanlığınızı kaybettiniz! “Benden Olmayan Herkes Ölsün” Duygusu

Kürt Sorunumu Terör Sorunu mu?

Mossad & CIA işbirliği mi?

Üç harfli İngiliz piyonları: SAS

Uyanış Büyük Türkiye

Sosyal Medya

Neden Bir “15 Temmuz Yasası ”Çıkarmayalım ki!

2022’nin Eğitim Sitemini 1924’ün Kanunlarıyla Yürütemezsiniz..