Amerika Sömürgesi Almanya ve Bağımsızlık Yolundaki Türkiye
Amerikan Sömürgesi Almanya
Sömürgeci bir devlet aynı zamanda başka bir devletin sömürgesi
olabilir mi?
1929 yılında Wall Street Borsası’nın çökmesiyle sanayileşmiş kentleri vuran büyük bunalım, kentlerde işsizler ve evsizler ordusu yarattı.
Buhrandan en fazla etkilene ise Almanya olmuştu. Sanayisi durdu, işsizlik rekor
seviyelere ulaştı, çuvalla dolusu Alman Markları soba tutuşturmalarında
kullanıldı.
Bu noktada Amerika’nın Alman sömürüsü başladı. Bu sömürü
bildiğimiz anlamda bir klasik sömürge mantığıyla yapılmadı; Amerikan pastasının
kremasını oluşturan ve İngiltere’yi oluşturan kavimlerden sadece biri olan Anglo-Saksonların o meşhur
“mandater sistem” dedikleri sistemin daha modern versiyonuyla yapıldı.
Alman halkının sefil hayatına son veren veekonomik
göstergesini –0,5’lerden 3,1’lere kadar
çıkaran Hitler, zamanla hırsına yenik düşüp
ülkenin tüm demokratik kurumlarını ortadan kaldıran bir hataya düşünce
hem kendi sonunu hazırladı hem de dünya üzerindeki ilk ulus devletini kuran Germenleri da Amerika’nın
kucağına itti.
Hitler sonrası Almanya’nın bir kısmı Amerikan mandasına
girerken bi kısmı Rus emperyalizmin pençesinde kıvrandı ve zamanla tüm Almanya,
Amerikan mandasına girmekten kurtulamadı;Amerika’nın her yayılmacılığına
koşulsuz destek verdi.
Mesela ABD ve onun hükmettiği NATO, Yugoslavya’ya karşı
savaş yürüttü̈,Almanya destek verdi.
ABD Afganistan’ı işgal etti, Yakın ve Ortadoğu’yu ateşe
verdi,Almanya destek verdi.
ABD kendi
hazırladıkları bir darbenin ardından Ukrayna’yı adeta ele geçirdi, Almanya buna
katıldı.
Rusya bu gün ABD’nin pohpohladığı Ukrayna’ya savaş ilan
etti,Almanya en ön safta ABD yanında Ukrayna’nın yardımına koştu.
ABD Rusya’ya yaptırım uyguladı, Almaya derhal bu yaptırımlara
katılma kararı aldı;bunların yanında da çok sayıda ABD üssünün ve atom
bombalarının topraklarında konuşlandırılmasına olanak tanıdı.
Almanya o kadar itaatkâr davrandı ki ABD ve Büyük Britanya’nın” uluslararası hukuka aykırı gerçekleştirdikleri” her şeye sorgusuz sualsiz eşlik etmekten çekinmedi.
Başka çaresi yoktu;ntice de bir defa
ülkesinin çarklarını döndürecek tüm etkenleri Amerikan şirketlerine bağlamıştı.
Almanya bir diktatörden kurtulmuştu ama hâlihazırdaki tam
bağımsızlığını da yitirmişti. Zaten amacı da bu olan ve sonradan Amerika Başkanı
olacak olan General Dwight D. Eisenhower, Hitlerden sonra şansölye olan Joseph
Goebbels’in tüm anlaşma tekliflerini reddetmişti.
E daha sonra da savaş sonrası yıllarda Almanya’nın bölünmesi ve Batı Almanya’nın ABD egemenliğinin etki alanına eklemlenmesi için gerekli önkoşullar yaratılacaktı.
Bu bölünmeyi de iyi bir propagandayla Sovyetlerin gerçekleştirdiğine dünya kamuoyunu inandırdılar.
Sonuçta tarihi kazananların
yazması kaçınılmazdı.
1949’da yapılan seçimlerde Konrad Adenauer ABD’nin tüm
desteğine rağmen Kurt Schumacher’i çok az farkla yenmeyi başarmıştı.
Kurt Schumacher’in en çok eleştirdiği ve de endişelendiği konu Amerika’ya pervasızca bağlanmanın getireceği sonuçlardı. Adenauer ise, Batı’ya bağlanmayı adeta kendine misyon belirlemişti.
Daha sonraki seçimlerde Amerika’nın
ustaca yürüttüğü manipülasyonlar Amerikan çıkarlarını gözetleyen iktidarın iş
başına gelmesinde etkili oldu.
Ve sonuç; İkinci
Dünya Savaşı’nın ardından sistematik olarak ABD’nin nüfuzuna terkedilmiş ve
Sovyetler Birliği’ne karşı tampon bölge olarak kullanılmıştı.
Yakın zamanda Angela Merkel’in izlediği politikaların Amerika politikalarına hizmet ettiği su götürmez bir gerçekti. Mesela ardı ardına yapılan anlaşmalarla NATO üsleri ve etkisi arttırılmıştı.
Bu bağımsız
gibi görünen ama Amerikan bağımlısı ruha dönüşen bir Almanya demekti.
Amerika’nın uygun gördüğü ölçüde yayılmacılık yapmasına izin veren Almanya zamanla Ortadoğu’da da Amerikan çıkarlarının jandarmalığını üstlenecek şirketler kurmaya başlayacaktı.
Örneğin başta Anadolu olmak üzere Ortadoğu’un
finans piyasasını kontrol etmek amacıyla “Türkiye’nin birçok kentinde Berlin
merkezli bankalar açtı.”
Özellikle gerek stratejik konumu gerekse iktisadi
hareketliliği ile İstanbul, Alman bankaları için cazibe merkezi olmuştu. Özellikle
İzmir’deki Deutsche Orient Bank hayati önem taşımaktaydı.
Buhran döneminde bu banka paralarını çekmek isteyen
müşterilerine bin bir dereden su getirerek ödeme yapmazken diğer bankalar
aleyhinde propaganda yapmaktan geri durmadı ve Türk banklarının panik havasına
sokulmasında oldukça etkili oldu.
Ancak Türk halkının bazı şeylerin farkına varması ve Alman Bankalarının önünde uzun kuyruklar oluşturması Alman Bankası’nı da paniğe sevk etti.
Yani
aslında manipülasyonları ters tepmişti.
Almanya Türkiye üzerinden Ortadoğu’nu finansal yapısını Amerikan lehine kontrol etme görevi ilk zamanlarda başarısızlığa uğrasa da zamanla bunu gerçekleştirme imkânı buldu ve ülkenin gelişmeye yönelik çabalarını sekteye uğratacak kararlara imza atmaktan çekinmedi;tabi kılıfına uydurarak.
Örneğin ülkede
(Türkiye’de) yapılacak olan alt yapı veya finansal yatırımlara kredi olanağı
sağlamamak gibi.
90’lı yılların sonuna ve 2000’li yılların başına kadar Türk bankalarını da –Amerika’nın desteklediği IMF’in tavsiyeleriyle” bir şekilde etkilemeyi başaran Amerikan destekli Alman şirketlerinin hedeflerine doğru pervasızca ilerlemeleri bir noktada, 2001 krizinde patladı.
Ve görüldü ki Amerikan yapımı
hortumlarla ülkeyi hortumlayan “Amerikan yapımı bazı Türk yöneticileri” pılını pırtını
toplayıp çoktan ülkeden tüymüşledi.
2002’de yapılan seçimlerde bürokraside çaycısı bile olmayan ve kendi kadrosunu henüz işbaşına getiremeyen Ak Parti kısa bir döneme kadar önceliğini sosyal meselelerin çözümüne adayarak ülke yönetiminde güvendiği kadronun oluşmasına zaman tanıdı.
Ve zamanı geldiğinde bürokrasiye hakim olacak kadroyu oluşturmayı başarında sabırla ve zamanla yavaş yavaş ülkedeki Amerikan güdümlü yabancı şirketlerin etkinliğini ve onların “devletteki karar vericilerini” ve taşeronlarını tasfiye etmeye başladı.
Zaten 15 Temmuz hain darbe girişimi bu tasfiyenin bir sonucuydu.
Başarısız olan bu hain girişim Türkiye’nin şahlanışının ilk başlangıcı olacaktı.
Ülkenin en kritik kurumlarındaki görev yapan tüm “hain krtikler” tasfiye edilince ülkenin derin bir nefes aldığını sıradan insanlar bile hissetti.
Gerek terörle mücadelenin, gerekse güvenlik adına yapılan teknolojik
gelimlerin olumlu sonuçları gelmeye başladı.
IMF’den kopuş e gerek ABD, gerekse ABD güdümlü Alman veya yabancı bankalardan kredi ihtiyacına gerek duyulmayıp kamu bankalarını desteklenerek ihtiyaç duyulan kredilerin buralardan tahsis edilmesi, iktidarın başındaki Erdoğan’ın dünya kamuoyunda diktatör ilan edilmesiyle sonuçlanacaktı.
Tabi ki bu algıya başvurmak, yılların süper güçlerinin
çaresizliğinin bir sonucuydu.
Türkiye’nin; gerek siyasi bedeller, gerekse parasal
tehditler ve gerekse fiziki işgal tehditleri gibi meşakkatli meselelerle
mücadelesi sonucunda bir çok atılımları gerçekleştirmek için bulduğu özgür
ve bağımsız ortam onu kendi topraklarını
kendi tasarrufunda dilediğince kullanma imkanı sağladı ve nitekim bu tasarruf,
Karadeniz’de doğalgazı,Gabar’da petrolü, havada SİHA- Kaan - T625 GÖKBEY ve Kızılelma’yı,
denizde TCG Anadolu’yu, karada ALTAY’ı getirdi.
Yorumlar
Yorum Gönder